yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2016 Çarşamba

İnsan, İnsana Her Zaman Lazım!

   Yeni bir gelenek peydah olmuş insan ilişkilerine, kimsenin kimse için kılını kıpırdatası yok. Ademoğlu, menfaatiyle çakışması şöyle dursun konforuna ilişmesin diye bile yanındaki bardağı sana uzatmaktan aciz halde, su iç diye! Temelde yatan güdü bu olsa bile bu türevlenmiş, allı pullu isimlerle türlü insan ilişkilerinde yerini almış durumda.

   
    Arkadaşlık ilişkileri, gönül ilişkileri, aile ilişkileri…

   
   Kimi zaman belki de en samimi şekliyle ve hatta bir nevi itiraf halinde ‘Kardeşim beni yorma, al da geliver hadi.’ Gibisinden ortaya çıkan bu ucube gelenek bazen de ‘Beni böyle sev, değiştirmeye çalışma!’ moduyla izleyiciye sunuluyor. Şimdi diyeceksin ki ‘ne alakası var?’ Anlatayım ne alakası var.

   
   Temel problem olarak nitelediğimiz kılı kıpırdatmama isteği, modern fiziğin bahsettiği madde eylemsizliği değil. Bu sonlu gezegende yaşayan 7 milyara yakın insanız ve hepimizin farklı hayat akışları var zaman zaman benzer hikayelerimiz olsa da. Farklı yaşam tarzları farklı görüşler oluşturur düşünebilen insan canlısına. Bakış açısı yani. Ben sekiz yaşındayken babamı gömdüm, Cedric sekiz yaşında çekirdek ailesinin tatlı evinde Chen’e olan aşkını günlüğüne not ediyordu. 28 yaşındaki bir ben ile bir Cedric aynı rengi görebilir mi gökkuşağının içinde? Sanmıyorum…
Madem hayatlarımız bizi uzay-zaman içinde böyle farklı noktalara götürüyor madem sonsuz olasılık evreninde hepimiz bazen benzer de olsa aynı olması neredeyse imkansız olaylar ekseninde dönüyoruz, nasıl bir insan diğeri için biçilmiş kaftan olabilir? Çünkü biliyoruz ki insanın kendinden olmayandan nefret etme eğilimi var. Dini, coğrafi, siyasi ayrımlar hatta spor, sanat ve bilim için kavgalar bu iç güdünün sonucu değil mi zaten? Sen altınsın ben tunç mu? Evet! Sen altın ve ben de tunç isek bizim bileşiğimizin olması yüksek sıcaklıkta mümkündür efendi! Yani ikimiz de şekil değiştirir birlikte şekil alırız. Aynı değiliz, olamayız hiçbir zaman da olmayacağız. Biliyorum ki bu şartlar altında hiçbir ikili, üçlü, beşli, onlu, milyarlı ilişkide mükemmel uyumu yakalayamayacağız. Bu ilişkiyi ne kadar sağlam kurduğumuzu düşünsek de ne kadar samimi olduğumuza inansak da iki yapboz parçası değiliz, insanız. İki kere ikinin dörtlüğünü bile tartışabilecek kadar hem de.

   
   Ne yani şimdi herkes kendi kabuğunda küçük dünyasını mı kursun? Belki öyle olmalı bilmiyorum. İnsanın sosyal bir yaratık olduğuna inandığımı söyleyemem. Eminim ki dünya üzerinde üç kişi kalsak sosyalleşmek yerine diğerinin kellesiyle futbol oynamayı tercih ederdik diğer ikimiz. Futbol oynayarak da sosyalleşmez kazanmak için bile olsa geriye tek kelle kalmış olmayı umardık belki.
Tabi benim önermem bu değil. Kellelerimiz yerinde kalırsa içinde bize bahşedilen kiloluk organı kullanırız. Umarım. Elindeki maketi bitirmek için hepsi bir bütün olan parçaları kesip yapıştırıp uğraşmıyor musun azizim? Parçaya sordun mu bakalım gitmek istiyor muymuş uçağın kanadı olmak için ya da fazlalıklarının törpülenmesine razı mıymış tam olarak yerine oturmak için? Sormadın. Sormadım.


    İnsan ilişkilerine dair yaptığımız bu teşbih insani(!) ilişkilerimizi metalaştırmaz zira teşbihte hata olmaz. Nasıl parça arıyorsak yapbozumuz için binlercesi arasından bir tane, hayatımızda bir yere monte etmek için de aslında öyle insan arıyoruz. Hayatın süre gelen akışı içinde tanıdığımız onlarcasının şu an adını hatırlayamayışımızdan da belli ki seçtiklerimizi uygun yerlere oturtuyoruz. Peki tam mı oturuyor her doğru sanılan kişi? Hayır tabii. Bakıyoruz, ölçüyoruz-biçiyoruz olmadığına kanaat getirdiğimizde onu geldiği kalabalığın içine atıyoruz. Yapboz parçası gibi…
Olabileceğine daha çok inandığımız herhangi bir parçayı da biraz daha hevesle biraz daha fedakarlıkla(!) yerinde tutmaya çalışıyoruz. Bazen bizim ayırdığımız yerin şekli tam denk gelmiyor bazen parçanın bir iki fazlası sağa sola değiyor. Fakat inandıysak bir kere bu insana, koyduysak hayatımızda bir yere kendi kafamızda, zorluyoruz olsun diye. Haliyle buradan çok sağlıklı ilişkiler türemiyor. Küçük hasarlarla devam ediliyor yeni parça aramaya…


     Bir de parçanın da oraya oturacağına ikna olduğu durumlar var ki işte önermem ve tespitim bununla alakalı olacak. Bir insan seçmişim hayatımda bir makam için. O insan da beni seçmiş hayatımdaki o makam için. Dolayısıyla kendi hayatında bana vereceği koltuğa razı olduğunu varsayıyorum. ‘’Yani bence öyle olmalı… ‘’
Başında da söylediğimiz gibi mükemmel uyumu yakalayamamış olmamız inanılmaz büyük bir olasılık ve ne tesadüftür ki mükemmel uyumumuz yok. Belki tek taraflı belki karşılıklı bir törpülenmeye ihtiyaç olduğu açık bu durumda. Çünkü gelişine kurulmuş bir tesisat su sızdırır. Sızan su parkeyi şişirir, alt komşuya su akmasına kadar gider iş. Hayatında türlü sorun dominoları oluşturur yani.  Kılını kıpırdatmamak geleneğinin laneti burada başına gelirse eyvah! Söz konusu kişi kalkar da sana ‘Ben böyleyim!’ derse sıkıntı. Çünkü hepimiz bir başka öyleyiz. Bunun sonu yok. Varlığından değil fazlalığından pürüzünden kaba tabiriyle çıkıntından taviz veremezsen bu dünyada tam uyacağın aralığı bulman sittin sene sürer. Aralık sana uyar, sen de ona. Olmadı mı? Parça çok  biliyoruz. Fakat o kadar kalabalık değiliz olabilirlikler baz alındığında.


     Kişi kendinden  ödün vermeyi neden acayip bulur anlamış değilim. Özür dilemekten imtina eden bunu taviz gören, tavizi de acizlik sayan acayiplikler haline nasıl geldik bilmiyorum. Gözümü açtığımda bu durumun içindeydim. Biz değil miydik özür dilemekle ağız kirlenmezlerle büyüyen, arkadaşı için dayak yiyen, sevdiği uğruna kendinden vazgeçebilen? Nereden çıktı da sardı bu kibir beyinlerimizi. Gad dem it! Gerçekten fıtratımız yaratılışımız bu kadar karanlık değil. İç güdüsel hükmetme arzumuz evriminin zirvesindeki beynimiz tarafından bastırılamaz değil. Alttan almak, altta olanın üzerine basmamak tutup elinden yukarı kaldırmak keşfedilmemiş bir gezegenin canlısının öğretisi değil. Senin dedenin benim ebemin öğütleri. Su bardağını uzatmayı bile kullanılmak olarak görmek bir tür paranoya olsa gerek. Su bardağını uzatanı bu işe mahkum görmek de bir tür megalomani olabilir ancak. Bir şeylerden feragat edebilmek bir insan için olağandır. Garipsemeye gerek yok. Feragat edebilene saygı göstermek, üstünlük kurdum fazlasını da alırım bu tavizlerin tavrına bürünmemek de insanlıktır. Ekstra şeyler değiller …



Sigara…
……..


    Olanı olduğu gibi kabul etmek kültürümüzde öğretilendir bize. Gel ne olursan ol yine gel! (Ebu Sai-i Ebu'l-Hayr) Mevlana değil evet. Ama adam dememiş ki sana geldiğin gibi kal. Sen bi gel de orta yolu buluruz demeye çalışmış. İnsanlar mükemmel uyumla doğmazlar. Demin bahsettiğimiz insani tavırları takınarak mükemmele yaklaşırlar. Karşılıklı istek, fedakarlık ve samimiyetle. Yeri geldiğinde tavizle. Özveriyle. Ben buna değecek kadar mükemmel bir detayım bence. Sen de buna değecek kadar kusursuz olan bir başkası. Ve o da bunu hak edecek kadar küçük ihtimallerin gerçekleşmesi sonucu aramızda. Bu küçük insani manevraların sınırları olduğunu fazlasının aslında zarar verici zorlamaya iyimser bir bakış olacağını kabul ediyorum. Bu sınırları bilecek kadar da düşünebilen birer dünyalı olmamız dileğiyle…



    Feragat edebilen insanlara ve onların eğilen başına kılıç sallamak yerine baş eğen insanların varlığına!
Annemin favori deyişiyle bitirelim. ‘İnsan, insana her zaman lazım!'

6 Ekim 2016 Perşembe

Ton Balığı Dürümü.

İki haftalık sebepsiz depresyon döneminin ardından gözümün önünü görebildiğim ilk fırsatta Sait Faik odamın ortasında dikildi. Simasını daha iyi seçebilmem için şapkasını ucundan tutup yukarı kaldırdı, %25 yağlı geleneksel Türk erkeği vücuduma işveli bakışlarını dikip yatağıma doğru ağır adımlarla yaklaşmaya başladı... "Hayır beyefendi, bu çirkin olur" desem de dinlemedi üstat beni zira niyeti farklıymış. Üstüme eğildi, nefesinin sıcaklığını boynumda hissedebileceğim kadar yaklaşıp "Yazmasam deli olacaktım" diye fısıldadı ve gözden kayboldu. Mantığım, olacağını sandığım şeye itiraz etse de sapyoseksüel yanım yükselişe geçti akabinde adam ortadan kaybolunca ereksiyonum yine bana kaldı. Ellerimi kirletmeden onu unutmanın yolu, sanırım ısırılmış elmalı telefonumun Night Shift modunda not defterine bir şeyler karalamak olacak. Daha doğrusu "tıklamak".



                                                                 -Sigara molası-


Geceyi elmas boynuzlu atımın sırtında orta çağ şövalyelerine kılıç sallayarak geçirdim. Hepsi yaya olduğu için bineğin üzerinde en az Camp Nou'da Karabükspor'u konuk eden Katalan ekibi kadar avantajlıydım. Zevkli bir mücadele olamadı. Uyandığımda geçen yaz Akdeniz'den aldığım turuncu renkli avizeyi seyrederek uzun zamandır rüyalarımın kuyruk sokumumdan ter akıtacak kadar kadar korkulu olmadığını fark ettim. Onlardan ayrı kaldığım zaman, başıma geldiklerinde korktuğum bu kabusları aslında sevdiğimi, daha doğrusu özlediğimi hissettim. Şövalyelere ve atlara karşı cinsel bir çekim hissetmediğim için düşün etkisinden kolayca sıyrılıp mutfağa koyuldum: Ton balığı dürümü! Köy ekmeği, kafi miktarda tuz, bir tutam pul biber, Dardanel Ton ve bol şekerli çay. Kaba kalori, tırmanan insülin ve yüksek glisemik indeks. Ardına Amerikan yapımı sigara tellendirildiği zaman zararı yadsınamaz bir menü olduğunu bildiğim halde karnımı doyurup kendimi zehirledim.



Bazı insanlar intihara doğuştan meyillidirler. Aynı zamanda doğuştan korkaktırlar da. Bu yüzden sırf ömürlerini kısaltmak için toz şekere bile bel bağlayabilirler. Bu güruha dahilim. Bu güruhta, insanın ortada herhangi bir sebep yokken bile kendi hayatına son verebilme hakkına sahip olması gerektiğini savunanlardanım. Çünkü ızdırabın dayanılmaz olduğu zamanlarda akla düşen intihar, kalitesizdir. Çıkar ilişkisidir. Doğum gibi bir mucizeyle başlayan bu kutsanmış(!) maratonun aynı değer ve manevi yoğunlukta bir tören ile son bulması gerekir. Bunun yanında kişinin hayatına son vermesi her zaman boğulmuşluğunun işaretçisi değildir. Sağlıklı bir karar olduğu inkar edilemez. kendine yeteri kadar değer veren herkes doğumunu olmasa da kendi ölümünü tayin edebilir. Kim bu maratona, sadece yorgunluk ve bıkkınlık vaat eden yaşlılık gibi bir hastalıkla veda etmek ister ki?


Yatakta sessiz uzanırken gelmesi beklenen ölüm, karşılanmaya değer değildir. Kıymet bilmezliktir. "Kendini sev, intihar et!" Bunu fark ettiğim zaman, urganlara değer verdim. Nefes aldığım yirmi küsür yılın kaç yüz saatini, kendimi başka insanlar yüzünden üzerek geçirdiğimi bilmiyorum. Yanlış olduğunu bildiğim şeyleri kuru bir inat ve ısrarla tekrar yapmaktan ne zaman vazgeçeceğim ise merak konusu.


Sanırım bazı şeyleri hiçbir zaman yeteri kadar kavramayı beceremedim. Ben, Laz Ziya "Ulan, bana bu alemde saygısızlık bir defa yapılır!" diye racon kestiğinde bile inceyi anlamamıştım. Zihnimi kuvvetlendirmeliyim.


Not: Ton balığı beyne faydalıdır.