13 Haziran 2019 Perşembe

-yanlış sanılan anlamıyla- NOWOMINNOKIRAY

Aşk maddeyi, sevgi manayı hiçleştirir.
Evlilik Parliament'i hafifleştirir.
Geçmek mümkün değil canandan amma
Yari olup mesûd olan, olsa olsa ibnedir.

Olağanüstü olduğum konusundaki yüksek farkındalığımın üzerine +9 bilinçaltı ve psikoloji bilimi skill'i ekleyip koşarak bloğa, yuvama geldim. Beni özleyen hiçkimselerin kollarına, beni arayan hiçbir şeylerin yamacına ve burnunda tüttüğüm yoklukların arasına. Tarih boyunca aşklarını kağıtlara döken, sevgilerini şiirlere dokuyan, manitalarının uğruna pazularını jiletleyen bütün abilerimin duygusal olgunluklarına -Karacoğlan'ı hariç tutarak- tükürmeye geldim. Bunlardan biri de zat-ı şahanem olduğundan mütevellit, yolda ''Her şeye gücümün yetemiyor olma ihtimali'' kafamdaki kemiğin içerisinde her lobuma ayrı ayrı RPG-7 patlatmaya başladı ancak henüz bitap düşmedim. Görmediğin gibi karşındayım, okur.

''Senin mi yoksa Mecnun'un mu derdi daha büyük?'' sorusuna, ''Benimki çünkü o herkese anlattı'' diyen Leyla ablamıza sadık bir giriftar olarak Muhibbi'den girip Yunus'tan çıkmaya, eve dönerken de Cemal Süreya'nın anasını laciverde boyamaya geldim. Psikanalitik yaklaşıma tepki olarak cefasını içinde tutan bütün ''yazmamış'' şairler için buraya kırmızı bir karanfil koyacağım. Onlar istediklerini kendilerini acındırarak elde etmeye çalışmayan mağrur abilerim ve ablalarım olarak kalbimin, duvarlarında yanık sigara süngeri kokusu dolaşan bir odacığında aklımı yitirene dek kalacaklar.

''Ulan adam ne sevmiş be, ulan adam ne yazmış be'' diye salyalar akıtarak nazımlarını okuduğumuz adamlar, alttan alta kendi ahularına ''Kızım perişan oldum yav, baksana nasıl şiirler yazdım acıdan. Hadi gel de günaha girelim'' diyen ve bunu dediğinin farkında bile olmayan birer boş işler müdürü, okur. ''Cehennem, acı çektiğinizi kimsenin bilmediği yerdir.'' şiarını kendimize rehber edindiğimizi söyleyecek olursak, acıdan debelendiği halde kimsenin önünde dizlerine yeri öptürmeyen insanlar sence de çok eli öpülesi değiller mi?

''Koltuğumu bırakacağım kişi kendi soyum olmalı'' diyen, bu uğurda inandığı töreyi çiğneyen ve canını sıkınca ''Mezarına Tüküreceğim Vol 1''in ilkel senaryosunu kendi oğlunun üzerinde kaleme alan Süleyman, tuttuğu işten sonra ''Ben ızdırap içindeyim'' dedi. İnandık mı? Evet. Peki, işe yaradı mı?

''Aşkı duydum mu bir başıma kalıyorum, kasıklarımı ovuyorum bir güzel...'' diyen Edip Cansever, sen buna ''Aşkın Radyoaktivitesi'' adını koyarken bir kişi de çıkıp sana neden ''Bu şiirin adı 31 olsun'' demedi? 'Aşkın Radyoaktivitesi' Havalı mı? Evet. Peki, dürüst mü?

Soyadının harfini kadın tavlama iddiasında kaybeden Süreya... ''Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz'' derken neden saygı görüyor? Neden Flash TV'de ''Tülaaaaay. Nolur geri dööön, aşkım sevgilim nerdesiiiiiin'' diyen abimiz aylarca alay konusu oldu? İkisi de kendisine siktir çeken kadınları geri çağırmıyorlar mı? Güzel mi? Evet. Peki, nadide mi?

Aldatıldık, bunlar yalan.
Gerçek şair, yazmayandır okur. Eli öpülür.
Bir de bağrımıza bastığımız Karacoğlan var. Hem şiir yazar hem dürüsttür:

Ela gözlerini sevdiğim dilber,
Göster cemalini, görmeğe geldim.
Şeftalin derde derman dediler,
Gerçek mi sevdiğim, sormaya geldim.

...

Karacoğlan der ki; işin doğrusu,
Gökte melek, yerde hüma yavrusu.
Söyleyim ben sana sözün doğrusu,
Soyunup koynuna girmeğe geldim.

14 Kasım 2017 Salı

Deliyim, Delisin, Deli

   
     Birinci Evre: 10-12 yaşına dek hepimiz, tartışılmaz bir saflık taşıyorduk. Karizma timsaliydik. Şehirlimiz de karizmaydı, köylümüz de karizmaydı, varoşumuz da karizmaydı. Herkes karizmaydı. Çünkü kirlenmemiştik. Dikkat kesil okur: Tavırların kendinden eminliği, figürlerin güzelliği, damarda akan beyliğin hissedilişi, salınışların muazzam kalitesi. Salınmayı  beceremeyenlerimizin bile acayip tatlı kafa sallayışları. Bana kalırsa okur, küçükken hepimiz on nomeroyduk.                                                         






       İkinci Evre: Biraz büyüyüp kumdaki kamyonlarımızdan, legolarımızdan, bez bebeklerimizden kafamızı kaldırdık. Kitaptaki yazı metnini aynen deftere geçirmek gibi saçma sapan ödevler yaptık. Sınıfa sıra dayağı atmayı maharet sayan beyaz yakalılara boyun eğdik. Haketmediğimiz halde, cetvel darbelerini tırnaklarımızın ucuna alıp sıramıza oturduk. ''Avradını siktiğimin skroç braytı! Sen niye beni dövdün şimdi, naptım ben!'' diyemedik. Kurunun yanında yandık ama sustuk. ''Benim adım Tatar Ramazan hoca, ben büyüyünce bu oyunu bozarım!'' postasını koyamadık. İkinci evrede bir neslin öğretmenini, ailesini, çevresini memnun etme sorumluluğuyla ilk kez karşılaştığında psikolojisinin ne hale geldiğini, kolayca seçebilirsin okur. 






  Üçüncü Evre: Beklenti karşılamaya iyice alışıp suyumuz ısındıktan sonra, yarış atı konseptiyle izleyicilerin karşısına yeniden çıktık. ''Teog'a gir, SBS'ye gir, OKS'ye gir, okulun çok önemli, iyi bir liseye git, iyi bir üniversiteye git, ders çalış, dershaneye git, bu yıl gezmek yok, hayatını bikaç saatlik sınava sığdıracaklar...'' derken, gençliğe girişimizde, yanda gördüğün haldeydik. Bizi zorla bu hale getirdiler okur. Kimse üniversiteye hazırlanırken sağlıklı olduğunu iddia etmesin. İçinizdeki en üstdüzey insan olan ben bile bunu iddia edemiyorum. Üçüncü evre, hastalığın gelişimi. Buyursunlar.






     Dördüncü Evre: Hastalığımızın bu evresi, 30-50 yaşlarımız arasına tekabül ediyor. Lise ve üniversite sınavlarıyla boğuştuk. Aşık olup terkedildik, aldatıldık. 16 yıl dirsek çürütsek bile bir işe girmemizin garanti olmadığı gerçeğiyle yüzleştik. Üniversite okuyamadık, aç kaldık. Üniversite bitirdik, atanamadık. Askere gidip, 120 kişinin önünde komutanımızdan tokat yedik. Evimize dönüp aşık olmadığımız bir kadınla evlendirildik. Geçim derdi sırtlandık. Çocuklarımıza o pahalı elbiseleri alamadık. Belediyelerin düzenlediği festivallerde bedava baklava yiyebilmek için birbirimizi ezdik, sonra bu hale geldik. Ülkece psikolojimizin ulaştığı nokta, bu evrede görülüyor. Yine de çok tatlıyız.






Ekleme: Buraya da şu an okuduğunuz satırları kaleme alan yazarın 50 yıl sonraki halini bırakıyorum. Hepimizin sonunda dönüşeceği şey, bu.
Gelme okur! Tünelin ucu çok bok biyere çıkıyor!
    



29 Eylül 2017 Cuma

Sperm Bankası

Bu akşam da okuldan çıkıp eve doğru yürürken bilmem kaç binincisini düzenlediğim yol sigarası festivalimi ateşe verdim. Sigaramdan derince ciğerlerken, 'O' sokaktan ve yine etrafı çapkın bakışlarla süzerek ama diğer taraftan da önemli bir işim varmış gibi hızlı adımlarla geçtim.  Hızlı yürümek demek meşgul görünmek demek, meşgul görünen erkek demek ne anlam ifade ediyor hanımefendiler için bilmiyorum ama kendimi ağırdan satan adam pozlarına sokuyorum bu şekilde, kanımca.

Binanın önüne vardığım zaman dört gözle beni bekleyen çılgın bakireleri gördüm.- Bu bakireler yani benim öyle düşündüğüm insanlar, iki yaşlı kız kardeş. Karşı komşularım kendileri. Yaş ortalamaları 63. Çok sıcak insanlar, gerçekten sıcak!- Bakirelerin hemen ardından minik adımları ve bir penguenimsi tavşan edasıyla bana koşan kızımı görünce gerçekten meşgul olduğum bombası zihnimde mantar şekilli bir bulut oluşturdu.

Kızımı biraz da yetişkin olmamın avantajıyla binaya sokmayı başardım. Beni bu başarımdan dolayı tebrik edecek kimsenin olmadığı eve adım attım. Seri hareketlerle, adeta dans edercesine üzerimi değiştirip, sidiğimi klozete bırakmaya fırsat bulamadan mutfağa girdim. Bu çılgın bakirelere beni bina önü yerine evde karşılamaları gerektiğini hatırlatmalıydım. Bu kolaydı. Yemek işini halledip saat tam sekizde tekrar 'O' sokakta olmamız gerekiyordu...

Ne kadar zamandır bilmiyorum ama sanki hep yapıyormuşum gibi... Hafta içi her akşam 'O' bankta önümde bebek puseti ile oturup 'O' geçerken yaklaşan ve uzaklaşan adımlarını izlemek bir saplantı olmuştu bende. Gizli bir saplantı. Yani 'O'nun için gizli. Yoksa apaçık saplantılı olduğumu biliyordum ben! Yine de bunca zamandır ne bir ''merhaba.'' cesareti ne de bebek arabası ittirerek onu takip etme cüretini bulamadım kendimde. Henüz. 'O'nun menzilime girişi ile çıkışı arasındaki 3 dakika 41 saniye (-+5) boyunca tecritime ara verilmiş gibi hissediyordum.

Benim işim bittiğine göre şimdi kızımın rutinini gerçekleştirmeliydik. Birinci durağımız oyun parkıydı. Bir saat kadar oynadıktan sonra artık dondurmacıya uğramamızın zamanı gelmişti. Dönüş yolunda kafamda deli sorular vardı. ''Acaba bebeğim arabada uyur da ben de onu uyandırmadan yatağına bırakabilirsem fazladan kendime bir yarım saat arttırabilir miydim?'' Ben bunu tartarken eve gelmiş buldum kendimi. Ufaklık açık havanın verdiği meşrepliği eve taşımış, uyurken beni yormamıştı.


Freedom! Freedom!

İki bira, birkaç sigara...

Yarın 'O'nunla konuşmalıydım. Kendimi ikna edip uyudum. Sabah-öğlen ve akşam aynı misyonları başarıyla tamamlayıp, oyunun son bölümüne geçtim. Saat 8. Yine aynı yerde önümde bebek arabasıyla tecritimin kalkışını bekliyorum. Havalandırma açıldı... Geldi, önümden geçti ve biz hemen arkasından yürümeye başladık. Ben ve kızım. 27 aylık kızım. Yolların nispeten insanca hafiflediği bir yerde seslendim. ''Bir dakikasını istedim, vakti varsa hemen şurada kahve mi içseydik?'' Önce bana sonra kızıma baktı. Sürekli küçülüyor gibiydim. Ve kabul etti!

Kahvelerimizi içerken kendisine bir süredir günlük birkaç dakikalığına 'O'nu izlediğimi ve tanışmak için epeydir istekli olduğu anlattım. ''Ama evlisin, benim değilsin, bebeğin bile var, çok geciktin yakışıklı.'' diyecek oldu ki araya girdim. Evli mevli değildim. Ne münasebetti!
Şaşkınlığını atlatıp bebeğimin annesini sordu. Neydi, neciydi bu kadın? Ölü müydü, diri mi? Akıbeti ne olmuştu? Hayır, dedim. E şıkkı hiçbiri... Sessizlik... Dudaklarını gerdi. Kaşlarını martı kanatları gibi çattı ve ''Yalanını s.kim senin!'' demek istercesine ''Gördüm ama bu kadar yalancısını görmedim.'' dedi.

Let me explain! Let meee!! diye bağırmış olmalıyım ki minik kızım uyandı. Sakinleştim çünkü babasını böyle görmemeli. ''Açıklamama izin ver lütfen.'' dedim. İzni beklemeden anlatmaya başladım. Hayatımı herhangi birine bağlamak anlamsızdı benim için. Evlenmek benim adıma makul değildi. Hatta olanaksızdı. Ancak iftihar ettiğim spermlerim dolayısıyla muhteşem olacağını düşündüğüm evlatlarımın bir şekilde meydana gelmesi gerekiyordu. Şahane soyum fevklerde devam etmeliydi. Şaka tabi!

Evlat sahibi olmanın yollarını aradım. Evli olmadığım için evlatlık edinemiyordum. ''Bir ihtimal daha var o da taşıyıcı anne ne dersin?'' dediler. Gayet mantıklıydı. Sonra acı gerçeği öğrendim. Yediğim hurmalar GDO'lu çıkmıştı ve tırmalama işi çok erken geldi. Serkeş yaşam tarzım ve alışkanlıklarım sonucunda spermlerim artık eskisi kadar sperm değilleri. Bu iş de yatmıştı. Dünya başıma yıkılmış, soyumu devam ettirip krallık kurma hayallerim paramparça olmuştu. Sonra yine aynı ses. Selma Hünel... Ezel'in en karizmatik karekterlerinden biri bana yine seslendi. ''Bir ihtimal daha var o da sperm bankası...'' Benim olmayan spermler, benim olmayan bir kadını gebe bırakacak ama ne hikmetse bebek benim olacaktı. Oldu! Aradan 36 ay geçti. Kızım Martı, 27 aylık...

Hep ben anlattım biraz da sen bahset kendinden diyivermiştim ki sade kahvelerin hesabını da bana kitleyerek, 3 dakika 41 saniye içinde uzaklaşmadan önce dudaklarından şunlar döküldü.

Senin yalanını s.kiym!

Kızım uyandı eve gitmeliyim...


Eve dönerken bebeği gerçek ailesine teslim ettim. Yavrucağı geç götürdüğüm için fırçamı yedim. Kendi bekar evime çekilip çılgın bakirelerin çılgın rüyalarından korunmak için yorganıma sarıldım. Yalnızlığımı yastık edip uyudum.


25 Eylül 2017 Pazartesi

Küfürsüz Yazı

Aylar önce bir istimna sonrası odamın orta yerine sırtüstü uzanmış, yerçekiminden mütevellit alnımdan şakaklarıma süzülen ter damlalarını hissederken Ahbar'ın ''Blogda yazma'' fikrini değerlendiriyordum.

Düşündüm, gözlerimi tavana dikip kendime seslendim:
-Blogda yazmak mı? Ay ben gülerim...

İstişaremi yaptım.
''Yazsam okunur mu ki?'' dedim.
''Sahi, blog neydi? Blog emekti...'' dedim.
Hayatımın her anında -özellikle hanım arkadaşlarımla cima ederken- üstümde olan o meşhur bodoslama dalma halimi üzerime aldım;
''Ulan yazayım be!'' dedim.

''Çirkin bir ağbi vardı. 'Hayat kadını olacaksa, okumuş hayat kadını olsun.' diyordu; ben de yazayım, bir baltaya sap olamasam da blogda yazan baltasız bir sap olurum!'' dedim ve kollarımı sıvadım.
Gülümsedim. ''Se a anneannesine çığlık attırdığımın bloğu, ben Raviyan!'' dedim. Sabah yaşadığım ereksiyonu kendime ilham kaynağı edip ''Ton Balığı Dürümü'nü 'klavyeye' aldım. Yazdıklarım sevildikçe seviniyor, sevindikçe yazıp seviliyordum. Ertesi gün Beni Hor Gör Kardeşim, Halt Nedir Nasıl Yenir, Çok Güzel Karısınız Hanımefendi ve diğerleri...

Yazıyordum...
Cuma günü tüm rehberime ''Hayırlı cimalar'' yazmış, sonra ''Ay pardon'' demiş gibi keyifli yazıyordum.

Sanki kendimden 9 yaş küçük liseli bir sevgilim var ve ben annesine yakın olmak için onun hayatına girmişim gibi...
Sanki ufaklıkla meşk ederken annesiyle zina ettiğimi hayal ediyormuşum gibi yazıyordum.
Sanki zirve olarak 45 yaşındaki hanımı ve 15 yaşındaki küçük kızını aynı anda kendime zevce etmeyi tasarlıyormuşum gibi zaptolmaz bir iştah ve cesaretle yazıyordum.

Kimseye bir şey ispat etmek zorunda olmadığım için ''Bunu kötü yazmışsın, bunu yanlış yazmışsın, bunu beğenmedim...'' benzeri tüm eleştirileri belirli bir ücret karşılığında tanımadığı adamlarla cinsel ilişkiye giren bir kadının sakız çiğnemesi gibi umursamaz bir tavırla seyrediyordum. Zira o anlarda kendimi, ''80 kiloysam, 75'im testis'' diye tanımlıyordum.

''Böyle ahlaksız yazılır mı yahu, sen çıldırmışsın'' diye burun kıvıranlara bilindik bir Yeşilçam esprisi yapıp:
''Evet. Çıldırdım. Mastürbasyon yapmaktan çıldırdım!'' diyordum.

Annesine sesini yükselten adamlardan ''Biraz ahlaklı yazabilirsin bence...'' benzeri tavsiyeleri duydukça, ''Dübürüne kerkinir yerle yeksan ederim, tarumar olursun; veled-i zina...'' deyip bildiğimi okumaya devam ediyordum.

Dün gece tüm bunları düşünürken, umursamazlığıma yenik düştüğümü -geç de olsa- farkettim.
Nitekim terbiyeden yoksun jargonumu abarttığımı düşünüp, benden edep isteyenlere hediye etmek üzere iffetli bir karalama hazırlamak istedim. Ve ağzıma 4 tane kahveli Missbon alıp, okuduğun bu satırları yarattım.

Anlık bir armağan arzusuydu.
Bundan sonrası için hala söz vermiyorum.
Zira içimde küfre karşı, hayat kadınlarını pazarlayarak maddi kazanç sağlayan bir adamın paraya duyduğu kadar derin bir istek, hala hakim.
Öperler.

3 Eylül 2017 Pazar

Yav Ato, Kafa Atıyor!

- Oğlumuz da maşallah, pek büyümüş. Evlilik ne zaman evladım? :)
+ Belli değil teyzeciğim, bakınıyoruz :) 
(Cern'deki büyük hadron çarpıştırıcısı deneyinin sonuçları kesin olarak yayınladığı zaman. Sanane?)

- Oooo... Maşallah. Var mı oğlumuzun kız arkadaşı? :)
+ Ehe ehe :')
(Yok teyze. Ama çok istersen senle bişeyler düşünürüm.)

- Düğün var mı ufukta yavrucuğum, malum yaşın gelmiş artık :)
+ Estağfirullah, teveccühünüz :')
(Evet. Kamışıma su yürüdü benim. Yardımcı olmak ister misin?)

Kan kokusu, Kent şeker ve teyzelerin merakla beklediği penisimin akibeti meselesi.
Bayram bu benim için.

Ulus olarak en büyük sorunumuz, bana kalırsa bu.
''Herhangi bir şeyi elde etme aşamasında, onu hakedip etmediğimizi umursamamamız.''

Devlet dairelerindeki koltuk sevdasının da, maliye veznesindeki sırada bile işlerin torpille yürümesinin de, zengin olmak uğruna insanlığımızdan ödün verir hale gelmemizin de ve daha sayamadığım on yüz bin milyon tane sorunun da başlıca sebebi bu.
''Hakediyor muyum?'' diye düşünmemek.
Bayram ziyaretlerinde teyzelerin ufacık erkek çocuklara cinsiyetçi şakalar yapabilmesinin, ''Aah ah. Kime girecek senin bu pipin, aşırı merak içindeyim'' konulu konuşmalar yapabilmesinin, ''Düğün ne zaman düğün'' deyip sol ayağıyla, parizyen çoraplı sağ baldırını kaşıyıp sırıtabilmesinin bile sebebi bu. Bir insanın, kendisinin 3'te 1'i kadar yaşı olmayan bir 'ufaklığa' karşı bu laubaliliği takınabilmesinin sebebi, kim ne derse desin; bu. 
Ben ve bikaç hayali arkadaşım olarak; nükseden bu tarz suallere, ''Sevgilim yok teyze, kızını sikiyorum, haberin yok mu?!'' cevabını verebileceğimiz özgür bir bayram ortamı talep ediyoruz! Bahsi geçen teyzenin, bu cevabımızı duyan kocası ''Ne diyorsun lan sen?!'' diye üstümüze yürüdüğünde tırsak bir yüz ifadesiyle karısını gösterip, ''Kendi kaşındı'' anlamında ''Yav ne yapayım! Yav Ato, kafa atıyor?!'' diyebilmeyi talep ediyoruz. Ve sonrasında Usain Bolt bacakları istiyoruz. Biraz da insanların talep ettikleri şeyi haketmek için uğraşacakları engin bir dünya...

Torun-evlat-yeğen sevmek istiyorsun. 
Günde 10 saat, kucağına alacağın bebeğin hayalini kuruyorsun.
Peki; 'Bebek sevmeyi hakediyor muyum?' deyip, kaç dakika düşündün?
24 saatin kaçında, aklına ''Acaba onu güzel yetiştirebilir miyim?'' sorusu takıldı?
Kaç kez durup ''Ben iyi bir insan mıyım ki, ona iyi insan olmayı öğreteyim?'' dedin?
İçine düştüğümüz bencilliği bile fark bile edemeyecek kadar yosun tuttuk. 
Hepimiz.

Merak etme. Sen yol göstermesen de çüküm kendisine bir kader çizecek. Sen yardım etmesen bile o kendisine tüneyecek bir yuva keşfedecek. Sen akıl hocalığı yapmasan bile o kendine bir eş bulacak. İkimizin de bu maratonda sana ihtiyacı yok. Hanım teyze; vajina monoloju yazmaktan vazgeç. Penis kaderi çizmeye çalışmaktan vazgeç. İnan ki kendimiz yapabiliriz. Vazgeç. Vazgeç, yoksa ''Umarım oğlunun aldığı pompa uyuşturucu bağımlısı çıkar'' diyeceğim. Bilen bilir, kalbim temizdir.

24 Ağustos 2017 Perşembe

Paçaya mı, Beyrana mı?

''Acil ara! Bugüne özel performans arttırıcı krem ve erken boşalmayı önleyen damla kazandınız! Formen kapsül, yanında hediye! Hediyenizi almak için hemen arayın! 0823 123 ... ''

     Ana ekrana dönüp telefonu önüme koydum. Mesajın geldiği firmayı tarayıcımda arattığım zaman karşıma çıkan yüz, bende biyerlere dokundu.
Saftı... Yardımseverdi... Temizdi...
Latifti. Ne kadar naif ve mütebessimdi...
Bir an için, içimde yaşamaya ve hayata dair güzel olan ne kadar hissiyat varsa hepsinin al ateş güneşin karşısında durmaya çalışan sefil bir kardan adam gibi damla damla eridiğini hissettim. Her zaman iyiler mi terkederdi dünyayı? Toprak, Ömer abiyi aldığı için mi böyle güzel kokuyordu?..


        Etrafıma baktım. Karşımdaki masada oturan 3 çirkin kadın edalı bakışlarla beni süzüyor, fısıldaşıyorlardı. Çaprazımda 50 yaş üzeri dayılar memleket meselesi tartışır edasıyla bağırarak sohbet ediyor, çay bardağını göbeğinin üzerinde durdurabildiğini tahmin ettiğim dayı ise karşısındaki güruha ''Kardeşim metafor kullandı diyorum metafor!'' dercesine el-kol hareketleriyle mimiklerini destekliyordu. 500 kişinin arasında, payıma düşen oksijeni kullanmaya çalışırken içimde hediye setimi almamış olmanın üzüntüsü vardı. Akabinde Laz Ziya'nın hayali karşımda belirip, sağ elinin orta parmağını bükerek tokmaklarcasına kafama vurdu: ''Ulaaaaan... 50 senede itibar kazanırsın, beş dakikada kaybedersin, ağlama!'' dedi. Özür dilediğimi içimden geçirip, gözyaşlarımı sildim... Siyah gömleğimin yakalarını düzeltip, yüz yıllık turuncu tespihimi bileğime alıp masadan kalktım. Merdivenleri ağır ağır inip kapıya çıktım.

           Hepinizin tanıdığı, devrimci ruhumun mihenk taşı olan Amerikan yapımı sigaramdan dudaklarıma bir dal koyup, ateşlemeden etrafımı süzdüm. En fazla 1-2 dakika içinde 1.80 boyunda, gri mini elbiseli, gümüş rengi stiletto giyen beyaz tenli bir ablanın beni keseceğinden, dönüt vermediğimde bana gizli gizli göz kırpacağından emindim. Dahası asılışını yanıtsız bıraktığım zaman yanıma yaklaşacak, beni kravatımdan tutup kendine çekecek ve kulağıma rujunun kokusunu alabileceğim derecede yaklaşıp şöyle fısıldayacaktı: ''Merhaba. Müsaitsen bu gece benle çiftleşir misin?'' Gülümseyecektim fakat bunu ona farkettirmeyecektim. Yüzüme ciddi bir ifade takınıp, ''Teşekkür ederim, ilgilenmiyorum'' deyip sigaramı yakacaktım ve dumanını pürüzsüz yüzüne üfleyecektim. Doğaüstü planım buydu.
     Ellerimi cebime koyup çevremi kolaçan etmeye başladım. Bir, üç, beş... On... Dakikalar birbirini kovalıyordu ama yüz vermeyeceğim masal perim ortalıkta yoktu. Evrene içten dileklerimi tekrar ilettim... Gözlerimi açtığımda yolun karşısından bir karartının bana doğru yürümeye başladığını farkettim. Evet... Gerçi, gri mini elbise istemiştim ama siyah da kabul edilebilirdi. Olsundu. Karartı yaklaştıkça avuçlarım terliyor, kasıklarım ısınıyor, kan şekerim düşüyordu. Bikaç saniye sonra, perimizin sol elinde siyah bir tespih olduğunu farkettim. Kaşlarımı çatıp beklemeye devam ettim. Karartı 5-6 metre önüme kadar geldiğinde, masal perisi imajım yerle bir olduğundan mütevellit ''Dokunmayın çok fenayım, baykuş tünemiş binayım'' şarkısını mırıldanmaya başladım.









Karşımda bana doğru yürüyen cisim 35 yaşlarında, bıyıklı, gömleği göğsünün yarısına kadar açık bir ağbi idi. Gövdemi saat 11 yönüne çevirip yıkılmışlığımı hissederek sigaramı yaktım. Umutsuzdum, beklentisizdim, viraneydim. Ciğerlerime, elimdeki nikotin bardan dolu bir nefes çekip, dumanı turuncu sokak lambasına doğru üfledim... Tam da tüm umutlarımın tükendiği bu anda, karşımdaki nesnenin -evet abartıyorum- gözlerimi kamaştırırcasına bir ışık yaydığını farkettim...



     İçimde ''Pşt... Haritan varmı? Gözlerinde kayboldum da! Senin annen terörist mi? Bomba gibi kız doğurmuş da Baban keskin nişancı mı? Tam kalbimden vurdun da!'' esprisini yapma arzusu kabardı ama tabii ki alt ettim. Üzerinde sırt dekolteli su yeşili bir elbise, elinde aynı tonda küçük bir çanta vardı. Yüzünde her an ince bir tebessüm... Kulaklarındaki turkuaz taşlı küpeler gökyüzündeki Andromeda gibi parlıyor, simsiyah saçları ince belinden dökülüp kalçasına kadar uzanıyordu. Bu kez vücuduma yayılan sıcaklığın merkezi testislerim değil, göğsümdü. Ağır hareketleriyle, naif duruşuyla, konuşmasındaki kibarlıkla safkan bir İstanbul hanımefendisiydi... Karşısında duran, arkadaşı olduğunu sandığım 3-4 kadından biri hanımefendiye ''Hayatım, biz birlikte gittik oraya. Seni çağırmayı unuttuk o gün. Kızmadın değil mi?'' dedi. Sigaramı elime alıp, 'madam'ın nasıl bir zerafetle cevap vereceğini merakla beklemeye başladım... Yüzümde, hayranlıktan ileri gelen bir gülümseyiş vardı.
Kraliçemiz ellerini beline koydu, ''Ne yaptınız!??'' dedi.
Kaşlarımı çatıp, şaşkınlığımı belli ettim.
Ve devam etti: ''Lan tümünüz hikayesiniz be! Siz bana bunu yaptınız ya, cümle kainat şahidim olsun ki yedi sülalenizi hacı tespihi gibi ipe dizip meymenetinize mum dikmezsem, bana da tuttuğunu koparan Çengi Naciye demesinler!'' dedi.
Şokun eşiğindeyken, yanımdaki arkadaşımın uyarısıyla kendime geldim:
-Duymuyor musun?..
İrkilip yüzüne baktım.
''Düşündün mü?'' dedi.  ''Nereye gidiyoruz, paçaya mı beyrana mı?''

-------------------------------------------------------
Teşekkürler:

*3 yıldızlı otelde ölen 5 yıldızlı adam
*Sultan
*Dündar Kılıç
*Ömer Coşkun
*Formen