29 Aralık 2016 Perşembe

Beklesek De Mi Yesek, Beklemesek De Mi Yesek?

Yalnızlık hissinin kimsesizlik durumunda, ilgi kıtlığı yaşanmasıyla değil de ilgi beklediğiniz kişiden ilgi göremediğiniz durumda oluştuğunu okumuştum küçük bir ‘şuralı bilim insanları araştırdı!’ haberinde. Doğru olduğunu varsayabiliriz bunun. Çünkü hayatımızda zaman zaman ilgisine nail olmak istediğimiz kişiler olmuştur. Bu beklentinin karşılanmaması da hep bir huzursuzluk aşılamıştır kalbimize. Daha doğrusu kalbimiz sandığımız, beynin ilgili bölümüne. Bu huzursuzluk gerçek bir yalnızlık hissi midir bilemiyorum açıkçası fakat fenadır. Üzerine konuşmak da gerekli değildir.

Buradan aldığım pası taca atacağım…

En iyisi beklentileri düşük tutmak olsa gerek. Az iste çok mutlu ol gibi yürüyor işler. Saçma buluyorum bunu. Çoğu şeyi saçma bulurum zaten. Doğru varlıktan doğru beklentilerin olursa, tam bir tatmin yaşamak hayli kolay görünüyor. Fakat işler bu kadar basit değil, bir nevi domino etkisine sahip olaylar zinciri bizi çok başka bir yere götürebilir. Farklı beklentileri bir arada toplamak ve tek kanaldan onlara sahip olmak zorunda kalıyoruz bazen. Artvin’de doğayla bütünleşik bir hayat yaşayıp aynı zamanda da ülkenin en iyi hukuk fakültesinde okumak gibi iki beklentinin bir araya gelmesi namümkün.  Çünkü her istediğin olmaz! Olursa maazallah başımıza dinozor taş**ğı yağar. Diyeceksiniz ki şimdi, ''e verdiğin örnek saçma bulduğun felsefeyi doğruluyor işte en iyi hukuk fakültesi olmasa ne olur sanki az istesene evladım!''. Fakat bu küçümseyeceğim bir bakış açısı.

Küçümsüyorum, geliniz…

Siz değil misiniz şehirlerin en Tunalı en Bağdat caddelerinde komplike ve sofistike döşenmiş en uzak starbaksa iki yüz metre mesafede en camlı süitlerde oturmak isteyen? Bunun için Tesla’yı zengin edemese de patronlarınızı zengin eden beyaz floresanlı ofislerinizde günün en güzel saatlerini harcayan? İşten çıkınca haldır haldır ısıtılmış, yalıtılmış evlerinize huzura ermek için koşan? Huzuru da yüzlerce liralık ‘L’ koltuklarınızda, binlerce liralık dev televizyonlarınızdan doğayı ve insanı seyrederek arayan? Telefonlarınızdan likeladığınız beklentiler listenizden bahsetmiyorum bile. Neden hiçbirinizin Şavşat’ da hamak kurmak hayali yok, varsa da önceliği değil? 

En iyi hukuk fakültesi meselesine gelecek olursak, bunu istemek, çok istemek mi az istemek mi tartışmam bile. Türkiye’de eğitim almayı kabullenmiş olmam dahi az istediğime kanıttır. Hala düşünebilen zihnimi, küflü amfilerde çürütmesine izin veriyorsam bu altı boşaltılmış sitemin, en namuslu beklentisizliktir bu.

Şimdi bana çok şey bekliyorsun diyorsan hala, yarın bunu iş çıkışı starbaksta tartışalım...

NOT:1- Giriş görseli Şavşat Karagöl'den. Dahası da var. Bi bakarsın, bi ara, starbaksta çayi tii latte içerken.
          2-Starbaksa gitmelerinizi yargılamıyorum, starbaksı da yargılamıyorum. İyi kahveye hürmetim vardır. İyi kahveleri vardır, gidilir. Gönlünüzden koparsa bi amerikanonuzu içerim.
          3- Modern floresanın mucidi Tesla'dır efenim. Edison'un çok yakan az aydınlatan tosbağasına bin çekmiş ama kader ağlarını örmüştür bir kere. Tesla'yı öğrenin, naçizane.




25 Aralık 2016 Pazar

Halt Nedir, Nasıl Yenir?

Sen bilir misin, okur?
Bilmezsin.
Ben bilirim ben!

     Ehil avcı, vurduğu tavşanı pişirmeden önce 1 gün boyunca toprakta bekletir ki vücuttaki tüm kan boşalsın. Çünkü tavşan denilen hayvandan o kadar kan akar ki şaşarsın. Sonu " - KIRAATHANESİ" diye biten mekanlara çöktüğün zaman elinde tepsiyi sallayarak çay getiren bıyıklı beylerin "Tavşan kanı bunlar!" diye bağırmasının sebebi budur. Çayın renginin koyuluğu değil; tıpkı tavşanın kanı gibi çok olması, bereketi, bitmemesi. Bilir misin? Ben bilirim. Çünkü gördüm. Çünkü tavşan vurup pişman oldum. Cana kıydım, 'keşke canıma kıysalar' dedim.

     Şiddete meyil edip yatak odasına girince dünyadaki en büyük arzusu karısından bir tokat yiyebilmek olan kocalar, realitede sıçarlar. Yanındaki hanım arkadaşının boşluklarını doldurmadan önce onu saçlarından tavana asıp, karşısında bir sigara içerek çırpınışlarını izlemek isteyen herifler aslında o saça düğüm atmayı bilmezler. Aşık olduğu kadının gırtlağını kesip kanını içmek isteyen adamlar aslında kan kokusu duysalar sevmezler. Bilir misin? Ben bilirim. Çünkü kan kokusunu soludum. Silikonlu dudakları kırmızıdan bir şelale eyledim, akıp süzülen kırmızı sıvıyı göğüs uçlarından koklayıp "aslında o kadar da erotik değilmiş" dedim. 

     Hayatın anlamını mutluluğun içinde arayan her kamış sahibi, gülümseme peşinde koşar. "Ne zaman mutlu olacağım" edasıyla saat sayar ve bir gün sakallarını kaşırken "Hasiktir..." deyip biyerlerde hata yaptığını anlar. Sahip olduğun acıyı yok etmek yerine onu kabullenmenin seni şad edebileceği ihtimalini hiç düşündün mü, okur? Türkü söyleyince içindeki zehrin aktığı da, sevildiğinde bahtiyar olacağın da yalan. Hatta birini sevdiğinde midende kelebeklerin uçuştuğu bile yalan. Bilir misin? Ben bilirim. Çünkü 8 yaşında, düştüğüm bisikletin karnıma saplanan pedalını kendi ellerimle çekip çıkardığımda, karnımda sadece kan uçuştuğunu gördüm.

     Şanslı olduğum varsayılabilir, okur. Sadece 1 ömrüm olduğunu, hata yapmak için başka şansım olmayacağını erken öğrendim. Bu yüzden sen bu satırları okurken, ben belki de bir kremalı bisküvi paketini "Buradan açınız" yazısının olduğu yerden değil de diğer uçtan parçalayarak açacağım.



Sen bilir misin, okur?
Bilmezsin.
Ben bilirim ben!

19 Aralık 2016 Pazartesi

Beni Hor Gör Kardeşim.

Bu tepe pullu tepe, nenni de yarim nenni
Su gelir sere serpe, eski de yarim hani
Dediler yar uyumuş, nenni de yarim nenni
Uyardım öpe öpe, eski de yarim hani

     Şahsı uyandırırken yüzüne su dökemememize sebep olan, bu şakayı yapabilme lüksünü elimizden alan bir veba aşk. Öperek uyarmak mecburiyetindeyiz çünkü o tepe pullu bir tepe, okşayıp koklamak zaruri. Zira ordan sere serpe su geliyor, kurak kalışı istemeyiz. Bu yüzden dominant arzularımızın sivri uçlarını biraz törpülememiz gerekecek. Çünkü arzuladığımızın kadının saçından tutup kendimize çektiğimizde haşin erkek etiketini alıp seviye atlayabiliriz fakat aşık olunduğu zaman aynı hareketimizin sonucu, muhtemelen "Bana acımıyor musun?" tonlu bir göz doluluğu, ya da "Sen beni sevmiyorsun" girişli bir gönül koyuş olacak. "Kurak kalış"tan kastım, bu nutku yediğimiz günün gecesi. Günde 2 defa 31 çekenler bu acıyı tanıyorlar.

     Köy düğünlerinde olmazsa olmazdır davul zurna, bilinir. Kimi davulun üstüne çıkıp gülerek seker, kimi zurnayla karşılıklı omuzlarını sallar kahkaha atarak, kimi halayın başında 32 dişi sayılır bir yüz ifadesiyle koşturarak figürlerini sergiler. Aşk oduna yanmayan insanlardan bahsediyorum. Aksi taktirde gülemezlerdi. Kanatlarını kartal misali açan, ağır hareket eden, yiğit rolü oynayan bazı adamlar sanırım hikayemizin başkahramanları. Çünkü oyun alanında bile heybet tohumu saçmak mecburiyetleri var.

Altını bozdurayım, nenni de yarim nenni
Gerdana dizdireyim, eski de yarim hani
İpek mendil değilsen, nenni de yarim nenni
Cebimde gezdireyim, eski de yarim hani

     Gergana altınları dizmekten maksat, maşuğu madden zengin eylemek değil. Tahmin edileceği üzere amaç "Belki altınları dizerken gerdanları görürüz, biz de yolumuzu buluruz" fikri ki gayet mantıklı. Artı olarak yoğurttan ağzı yanan adamlar olarak, yanında gezdirmek arzusunun da her an koklayıp dokunmak isteği olduğunu düşünmüyoruz. Sebep, olsa olsa güvensizliktir: "Gözümün önünde dursun!" Çünkü aksi bir emel nüksetse, yar ipek mendil de olsa cepte gezdirilirdi. Şair burda zahmetten kaçmış. Oysa biz öyle miyiz?


    
     Biz: Bazen bir muhtar çakmağına, bazen bir mangal alevine, bazen yakılan ayet yazılı bir takvim kağıdının ateşine gözümüzü kırpmadan bakan, o narın içinde kendi istikbalini görebilen adamlar. Yazın sarı buğday tarlasına uzaktan baktığında bereketi değil de harareti hisseden, dünyaya gelişleri 6 saat süren, çocuklukları yarasının üstüne tuz sarıp futbol oynamaya devam ederek geçen gerçekçi, zahmetli ve inatçı herifler. "Gerdan benimse, istediğim zaman koklarım!" felsefesinden caymayıp gerdan için altın ödemeyi reddeden, bu yüzden de her zaman ellerindeki hiçbir işe yaramayan altınları saymakla meşgul olan zengin ama gururlular güruhu.

      Ayıplanmaktan korkmayız. Biliriz, içine düştüğümüz şey kafaya yatar değil. Damdan düşenler olarak, bizi anlayabilenlerin bize gülecek kadar boş zamanları yok ağlamaktan. Bizi anlamayanları zaten biz de anlamıyoruz. İnsan neden kaçar közde kavrulmaktan? Deriyi, eti ve kemiği muhteşem varlıklar sanmak lazım ki onlara zarar geleceğinden korkulsun. Aşık olmaktan kaçmanın, devasa bir kendini beğenmişlik gerektirdiğini hiç farkettin mi sevgili okur? Yadırgama. Biz pirinç olup altın geçinen değiliz. Biz, kıymetsizliğimizin farkında olanlarız. Bu da bizim serseri serbest stilimiz!

Altındır alay değil, nenni de yarim nenni
Gümüştür kalay değil, eski de yarim hani
Kınamayın a dostlar, nenni de yarim nenni
Sevdadır kolay değil, eski de yarim hani

14 Aralık 2016 Çarşamba

İnsan, İnsana Her Zaman Lazım!

   Yeni bir gelenek peydah olmuş insan ilişkilerine, kimsenin kimse için kılını kıpırdatası yok. Ademoğlu, menfaatiyle çakışması şöyle dursun konforuna ilişmesin diye bile yanındaki bardağı sana uzatmaktan aciz halde, su iç diye! Temelde yatan güdü bu olsa bile bu türevlenmiş, allı pullu isimlerle türlü insan ilişkilerinde yerini almış durumda.

   
    Arkadaşlık ilişkileri, gönül ilişkileri, aile ilişkileri…

   
   Kimi zaman belki de en samimi şekliyle ve hatta bir nevi itiraf halinde ‘Kardeşim beni yorma, al da geliver hadi.’ Gibisinden ortaya çıkan bu ucube gelenek bazen de ‘Beni böyle sev, değiştirmeye çalışma!’ moduyla izleyiciye sunuluyor. Şimdi diyeceksin ki ‘ne alakası var?’ Anlatayım ne alakası var.

   
   Temel problem olarak nitelediğimiz kılı kıpırdatmama isteği, modern fiziğin bahsettiği madde eylemsizliği değil. Bu sonlu gezegende yaşayan 7 milyara yakın insanız ve hepimizin farklı hayat akışları var zaman zaman benzer hikayelerimiz olsa da. Farklı yaşam tarzları farklı görüşler oluşturur düşünebilen insan canlısına. Bakış açısı yani. Ben sekiz yaşındayken babamı gömdüm, Cedric sekiz yaşında çekirdek ailesinin tatlı evinde Chen’e olan aşkını günlüğüne not ediyordu. 28 yaşındaki bir ben ile bir Cedric aynı rengi görebilir mi gökkuşağının içinde? Sanmıyorum…
Madem hayatlarımız bizi uzay-zaman içinde böyle farklı noktalara götürüyor madem sonsuz olasılık evreninde hepimiz bazen benzer de olsa aynı olması neredeyse imkansız olaylar ekseninde dönüyoruz, nasıl bir insan diğeri için biçilmiş kaftan olabilir? Çünkü biliyoruz ki insanın kendinden olmayandan nefret etme eğilimi var. Dini, coğrafi, siyasi ayrımlar hatta spor, sanat ve bilim için kavgalar bu iç güdünün sonucu değil mi zaten? Sen altınsın ben tunç mu? Evet! Sen altın ve ben de tunç isek bizim bileşiğimizin olması yüksek sıcaklıkta mümkündür efendi! Yani ikimiz de şekil değiştirir birlikte şekil alırız. Aynı değiliz, olamayız hiçbir zaman da olmayacağız. Biliyorum ki bu şartlar altında hiçbir ikili, üçlü, beşli, onlu, milyarlı ilişkide mükemmel uyumu yakalayamayacağız. Bu ilişkiyi ne kadar sağlam kurduğumuzu düşünsek de ne kadar samimi olduğumuza inansak da iki yapboz parçası değiliz, insanız. İki kere ikinin dörtlüğünü bile tartışabilecek kadar hem de.

   
   Ne yani şimdi herkes kendi kabuğunda küçük dünyasını mı kursun? Belki öyle olmalı bilmiyorum. İnsanın sosyal bir yaratık olduğuna inandığımı söyleyemem. Eminim ki dünya üzerinde üç kişi kalsak sosyalleşmek yerine diğerinin kellesiyle futbol oynamayı tercih ederdik diğer ikimiz. Futbol oynayarak da sosyalleşmez kazanmak için bile olsa geriye tek kelle kalmış olmayı umardık belki.
Tabi benim önermem bu değil. Kellelerimiz yerinde kalırsa içinde bize bahşedilen kiloluk organı kullanırız. Umarım. Elindeki maketi bitirmek için hepsi bir bütün olan parçaları kesip yapıştırıp uğraşmıyor musun azizim? Parçaya sordun mu bakalım gitmek istiyor muymuş uçağın kanadı olmak için ya da fazlalıklarının törpülenmesine razı mıymış tam olarak yerine oturmak için? Sormadın. Sormadım.


    İnsan ilişkilerine dair yaptığımız bu teşbih insani(!) ilişkilerimizi metalaştırmaz zira teşbihte hata olmaz. Nasıl parça arıyorsak yapbozumuz için binlercesi arasından bir tane, hayatımızda bir yere monte etmek için de aslında öyle insan arıyoruz. Hayatın süre gelen akışı içinde tanıdığımız onlarcasının şu an adını hatırlayamayışımızdan da belli ki seçtiklerimizi uygun yerlere oturtuyoruz. Peki tam mı oturuyor her doğru sanılan kişi? Hayır tabii. Bakıyoruz, ölçüyoruz-biçiyoruz olmadığına kanaat getirdiğimizde onu geldiği kalabalığın içine atıyoruz. Yapboz parçası gibi…
Olabileceğine daha çok inandığımız herhangi bir parçayı da biraz daha hevesle biraz daha fedakarlıkla(!) yerinde tutmaya çalışıyoruz. Bazen bizim ayırdığımız yerin şekli tam denk gelmiyor bazen parçanın bir iki fazlası sağa sola değiyor. Fakat inandıysak bir kere bu insana, koyduysak hayatımızda bir yere kendi kafamızda, zorluyoruz olsun diye. Haliyle buradan çok sağlıklı ilişkiler türemiyor. Küçük hasarlarla devam ediliyor yeni parça aramaya…


     Bir de parçanın da oraya oturacağına ikna olduğu durumlar var ki işte önermem ve tespitim bununla alakalı olacak. Bir insan seçmişim hayatımda bir makam için. O insan da beni seçmiş hayatımdaki o makam için. Dolayısıyla kendi hayatında bana vereceği koltuğa razı olduğunu varsayıyorum. ‘’Yani bence öyle olmalı… ‘’
Başında da söylediğimiz gibi mükemmel uyumu yakalayamamış olmamız inanılmaz büyük bir olasılık ve ne tesadüftür ki mükemmel uyumumuz yok. Belki tek taraflı belki karşılıklı bir törpülenmeye ihtiyaç olduğu açık bu durumda. Çünkü gelişine kurulmuş bir tesisat su sızdırır. Sızan su parkeyi şişirir, alt komşuya su akmasına kadar gider iş. Hayatında türlü sorun dominoları oluşturur yani.  Kılını kıpırdatmamak geleneğinin laneti burada başına gelirse eyvah! Söz konusu kişi kalkar da sana ‘Ben böyleyim!’ derse sıkıntı. Çünkü hepimiz bir başka öyleyiz. Bunun sonu yok. Varlığından değil fazlalığından pürüzünden kaba tabiriyle çıkıntından taviz veremezsen bu dünyada tam uyacağın aralığı bulman sittin sene sürer. Aralık sana uyar, sen de ona. Olmadı mı? Parça çok  biliyoruz. Fakat o kadar kalabalık değiliz olabilirlikler baz alındığında.


     Kişi kendinden  ödün vermeyi neden acayip bulur anlamış değilim. Özür dilemekten imtina eden bunu taviz gören, tavizi de acizlik sayan acayiplikler haline nasıl geldik bilmiyorum. Gözümü açtığımda bu durumun içindeydim. Biz değil miydik özür dilemekle ağız kirlenmezlerle büyüyen, arkadaşı için dayak yiyen, sevdiği uğruna kendinden vazgeçebilen? Nereden çıktı da sardı bu kibir beyinlerimizi. Gad dem it! Gerçekten fıtratımız yaratılışımız bu kadar karanlık değil. İç güdüsel hükmetme arzumuz evriminin zirvesindeki beynimiz tarafından bastırılamaz değil. Alttan almak, altta olanın üzerine basmamak tutup elinden yukarı kaldırmak keşfedilmemiş bir gezegenin canlısının öğretisi değil. Senin dedenin benim ebemin öğütleri. Su bardağını uzatmayı bile kullanılmak olarak görmek bir tür paranoya olsa gerek. Su bardağını uzatanı bu işe mahkum görmek de bir tür megalomani olabilir ancak. Bir şeylerden feragat edebilmek bir insan için olağandır. Garipsemeye gerek yok. Feragat edebilene saygı göstermek, üstünlük kurdum fazlasını da alırım bu tavizlerin tavrına bürünmemek de insanlıktır. Ekstra şeyler değiller …



Sigara…
……..


    Olanı olduğu gibi kabul etmek kültürümüzde öğretilendir bize. Gel ne olursan ol yine gel! (Ebu Sai-i Ebu'l-Hayr) Mevlana değil evet. Ama adam dememiş ki sana geldiğin gibi kal. Sen bi gel de orta yolu buluruz demeye çalışmış. İnsanlar mükemmel uyumla doğmazlar. Demin bahsettiğimiz insani tavırları takınarak mükemmele yaklaşırlar. Karşılıklı istek, fedakarlık ve samimiyetle. Yeri geldiğinde tavizle. Özveriyle. Ben buna değecek kadar mükemmel bir detayım bence. Sen de buna değecek kadar kusursuz olan bir başkası. Ve o da bunu hak edecek kadar küçük ihtimallerin gerçekleşmesi sonucu aramızda. Bu küçük insani manevraların sınırları olduğunu fazlasının aslında zarar verici zorlamaya iyimser bir bakış olacağını kabul ediyorum. Bu sınırları bilecek kadar da düşünebilen birer dünyalı olmamız dileğiyle…



    Feragat edebilen insanlara ve onların eğilen başına kılıç sallamak yerine baş eğen insanların varlığına!
Annemin favori deyişiyle bitirelim. ‘İnsan, insana her zaman lazım!'

6 Ekim 2016 Perşembe

Ton Balığı Dürümü.

İki haftalık sebepsiz depresyon döneminin ardından gözümün önünü görebildiğim ilk fırsatta Sait Faik odamın ortasında dikildi. Simasını daha iyi seçebilmem için şapkasını ucundan tutup yukarı kaldırdı, %25 yağlı geleneksel Türk erkeği vücuduma işveli bakışlarını dikip yatağıma doğru ağır adımlarla yaklaşmaya başladı... "Hayır beyefendi, bu çirkin olur" desem de dinlemedi üstat beni zira niyeti farklıymış. Üstüme eğildi, nefesinin sıcaklığını boynumda hissedebileceğim kadar yaklaşıp "Yazmasam deli olacaktım" diye fısıldadı ve gözden kayboldu. Mantığım, olacağını sandığım şeye itiraz etse de sapyoseksüel yanım yükselişe geçti akabinde adam ortadan kaybolunca ereksiyonum yine bana kaldı. Ellerimi kirletmeden onu unutmanın yolu, sanırım ısırılmış elmalı telefonumun Night Shift modunda not defterine bir şeyler karalamak olacak. Daha doğrusu "tıklamak".



                                                                 -Sigara molası-


Geceyi elmas boynuzlu atımın sırtında orta çağ şövalyelerine kılıç sallayarak geçirdim. Hepsi yaya olduğu için bineğin üzerinde en az Camp Nou'da Karabükspor'u konuk eden Katalan ekibi kadar avantajlıydım. Zevkli bir mücadele olamadı. Uyandığımda geçen yaz Akdeniz'den aldığım turuncu renkli avizeyi seyrederek uzun zamandır rüyalarımın kuyruk sokumumdan ter akıtacak kadar kadar korkulu olmadığını fark ettim. Onlardan ayrı kaldığım zaman, başıma geldiklerinde korktuğum bu kabusları aslında sevdiğimi, daha doğrusu özlediğimi hissettim. Şövalyelere ve atlara karşı cinsel bir çekim hissetmediğim için düşün etkisinden kolayca sıyrılıp mutfağa koyuldum: Ton balığı dürümü! Köy ekmeği, kafi miktarda tuz, bir tutam pul biber, Dardanel Ton ve bol şekerli çay. Kaba kalori, tırmanan insülin ve yüksek glisemik indeks. Ardına Amerikan yapımı sigara tellendirildiği zaman zararı yadsınamaz bir menü olduğunu bildiğim halde karnımı doyurup kendimi zehirledim.



Bazı insanlar intihara doğuştan meyillidirler. Aynı zamanda doğuştan korkaktırlar da. Bu yüzden sırf ömürlerini kısaltmak için toz şekere bile bel bağlayabilirler. Bu güruha dahilim. Bu güruhta, insanın ortada herhangi bir sebep yokken bile kendi hayatına son verebilme hakkına sahip olması gerektiğini savunanlardanım. Çünkü ızdırabın dayanılmaz olduğu zamanlarda akla düşen intihar, kalitesizdir. Çıkar ilişkisidir. Doğum gibi bir mucizeyle başlayan bu kutsanmış(!) maratonun aynı değer ve manevi yoğunlukta bir tören ile son bulması gerekir. Bunun yanında kişinin hayatına son vermesi her zaman boğulmuşluğunun işaretçisi değildir. Sağlıklı bir karar olduğu inkar edilemez. kendine yeteri kadar değer veren herkes doğumunu olmasa da kendi ölümünü tayin edebilir. Kim bu maratona, sadece yorgunluk ve bıkkınlık vaat eden yaşlılık gibi bir hastalıkla veda etmek ister ki?


Yatakta sessiz uzanırken gelmesi beklenen ölüm, karşılanmaya değer değildir. Kıymet bilmezliktir. "Kendini sev, intihar et!" Bunu fark ettiğim zaman, urganlara değer verdim. Nefes aldığım yirmi küsür yılın kaç yüz saatini, kendimi başka insanlar yüzünden üzerek geçirdiğimi bilmiyorum. Yanlış olduğunu bildiğim şeyleri kuru bir inat ve ısrarla tekrar yapmaktan ne zaman vazgeçeceğim ise merak konusu.


Sanırım bazı şeyleri hiçbir zaman yeteri kadar kavramayı beceremedim. Ben, Laz Ziya "Ulan, bana bu alemde saygısızlık bir defa yapılır!" diye racon kestiğinde bile inceyi anlamamıştım. Zihnimi kuvvetlendirmeliyim.


Not: Ton balığı beyne faydalıdır.

3 Ekim 2016 Pazartesi

Sal Dedin...

Hani oluyor ya Discovery Channellarda falan 'köpek balığı ayı', 'canavar balık haftası'....
Bizim için de öyle bir haftaydı sanki... Kumar batağına saplandık, bahis sektörünün tecavüzüne uğradık ama arada bir yumruk attık sayılır. Evimizin ''iddaa haftası''ydı aynen o biçim. Günlük kelle başı 3-5 kuponumuz garanti var çarp üç kelleyle etti mi sana 10-15. Dur daha bitmedi işin matematiği. Önce matematiği veriyorum ki iyice anlayın... Kupon başına da ortama beş liradan yap işte hesabı. Duymadığımız takımların maçlarını tahmin etmeye çalıştık, istatistik bilimini yeniden yazdık fakat sanırsın Eskişehir oldu sana Vegas hep kasa kazandı. Sektöre attığımız jeneriklik bir gol ve ucuz bir golle iki skor üretmeyi başarsak da sektör bizi ikiye epey yendi. Sonuç olarak herkes kendi yazdığından sorumlu olduğundan ve ucuz gölü ben yazdığımdan ben haftayı 150 lira ekside kapattım. Canım ev arkadaşım ise jeneriğin altına imzasını atarak birkaç misli kar etse de karını bir diğer sömürücü sektör olan bankacılık sektörüne sıvadı. Malum kredi kartı da kullanıyoruz... Üç senelik don giyiyoruz orası ayrı. Donumuzu gören mi var don olmasa da olur ama kartımız olsun.


Hazır donumuzu görenlerden açılmışken konu oraya bağlayalım zaten o konuyu anlatayım diye oturdum klavyenin başına. Evcek kendimizi iddaaya vurmamızın vardır illa ki bir sebebi fakat nedir bilinmez ama benim fikrim müzmin bekarlığımızın bizi her gün evrim basamaklarında bir adım geriye attığı yönünde. Bunun sonucunda da önce alkole ve erkek ortamına ardından yalnız ve loş gecelerde sohbet sitelerine ardından da futbolkolizme ve bahse kadar geldik... Böyle devam etmesi durumda mağaramızı avcı ve toplayıcı olarak geçindirmemiz uzak değil. Zaten parasızlıktan tıraş olmamış ilkel çağ erkekleri  halimiz de buna gayet uygun. Tam da şu an dinlediğim bir İsmail YK şarkısında bir alıntıyla müzmin bekarlar olmamızın sebebini de açıklayabilirim. ''Beni beğeneni ben ben beğenmem benim beğendiğim ise beni beğenmez!'' Hayır hiçbirimiz zurna değiliz... Belki birer tuba, trompet falan da değiliz kabul fakat bir klasik dönem obuası olabiliriz. Hani şu blok flüt gibi görünen...Peki neden tutulan bir model olamadık? Birincisi reklamımız yok ikincisi paket iyi değil. Şimdi dış görünüşümüzle ilgili yeterince mütevazı oldum. Blok flüt dedim ki yeterli bence... Ama içeride birer saksafon efendime söyleyeyim ney,klarnet ayarında insanlarız. Tabi eline alan olmadığı için üfleyen de olmuyor ve dolayısıyla sesimizi henüz duyurabilmiş değiliz.(hayır erotik şaka yapmadım) Ev hanesi adına ben birkaç atılımda bulundum lakin tutunamadım çünkü bir klarnet bey olarak hamam tefigillerden haz edemedim. Orkestra arkadaşlarım da tecrübelerimden dolayı çekimser sesler çıkarmaya devam ettiler.


Konuya dondan girdik yanlış anlaşılmasın evcek tek derdimiz sevişmek değil... Sevişme aday adayına bile beşinci günün şafağında bir Gandalf mucizesi bekler kadar uzak oluşumuz. Genç beynimi bu işe yorduğumda çıkardığım sonuçlardan bahsettim işte... Bilime malzeme olmadan, geriye işleyen evrimimizi durdurup ileri yol almak maksadıyla ne yapsak diye bir istişare ettik. Toplantımızdan çıkan sonuç bir telefon uygulaması oldu. Sonra kendimize zaman verip birer sigara içtiğimizde hepimiz fark ettik ki bizden çıkacak en parlak fikir ateşi yeniden bulmak olabilir artık. Bizim için çok geç... O uygulamayı da biz akıl etmedik zaten dıdısının dıdısı ama yakın bir arkadaş bu platformdan faydalanmış. Biz de ampuller öyle yandı 'nideng baaağa da olmasıng'? Velhasıl bundan vazgeçtik demedik hiçbirimiz ama aramızda kimsenin de medet umduğunu sanmıyorum telefonundaki uygulamadan.

Öyle aşık olamıyoruz biz triplerinde değiliz. Aşık olmayı amaçlamıyoruz da zaten. Dışarda bir yerlerde bir şeyler paylaşılacak insanlar var biliyorum.Biliyoruz. Biz bu insanların neden sadece erkek olanlarına sahibiz. Bizim sorgumuz bu. Kadın arkadaşım en son lisedeyken vardı. Bi tane de şimdi var ama o da işinde gücünde çoluğunda eşinde bir hanımefendi ve uzak mı uzak bir memlekette. Ailesine ve kendisine selam... :) En başında bahsettiğim paylaşım partneri konusundan uzaklaşıp paylaşım insanı ama kadın olanı konusuna değinmek isterim. Hayatımızda bunun biraz boşluğu var. Yalan değil bir kadın arkadaşımla görüşecek olsam yahut evimde ağırlayacak olsam takınacağım nizam ve özen içeren tavır Barış arkadaşım gelince yerini kapıyı havluyla donla açmaya bırakıyorsa, edeceğim sohbetin kalitesi bir Ersin arkadaşım gelince yerini yüzde 75 argo ve küfre bırakıyorsa bu pek de alışmak istediğim yaşantı ve oturtmak istediğim kişilik olmayacak.


Zamanında yaptığımız birikimin üzerinde hala ayakta dursak da artık bu birikime devam etmenin zamanı gelmiş olacak ki ayaklarımda inceden bir sızı oluştu. Entelektüel birikim. Demin yarattığım aforizmayı anlamayanlar için... Neden devam biriktirmeye etmediğimiz kısmına açıklamayı özet geçsem de az önce şu soruyu kendime sordum: Kadınlarla konuşabilmek ve etkileyici görüntü çizebilmek için midir bu birikim? Hayır. Sadece oturup birbirimize bir filmi anlatırken en basitinden çok geniş bir kelime dağarcığına ihtiyaç duymuyoruz. Çünkü filmde x kişisi y kişisine hainlik peydahladıysa bir z kişisinden... x z ile bir oldu y nin a... ko... diyince mevzu bitiyor. Bir spor müsabakasındaki bir andan bahis açılmışken herif potayı s...ti demek anlatıyor smacın güzelliğini.Yetiyor yani ihtiyaç hissetmiyorsun. Bir kadına en azından böyle bir jargon takınmamak için bile iki kitap okumuş olmayı dileyebileceğiniz zamanlar biliyorum. Karşınızdaki arkadaş kişisi erkek ise ve size entelektüel birikiminden bir hisse veriyorsa... Anlamadıysanız veya ilginizi çekmediyse la bi sus so.acağım anlatacağın şeye tepkisiyle bu durumu bertaraf edebilirken bir kadın kişisinde izahı mizahlı ve naif oluşturmak için iki kelimeyi bilen ve bunları bir araya toplayabilen bir beyin ve alt yapı zaruridir. Elbette bu birikim sadece kelimelerden ibaret değildir fakat ne derler teşbihin beli bükülmüşse zeval meselcide değilmiş. Bir aforizma daha yarattım.(teşbihte hata olmaz demek)

Durumun kritiği benim açımdan böyle. Varsa fikriniz bize bekleriz, gelirken kahvenizi yanınızda getiriniz. Eksiği çok bir yazı oldu benim için fakat ah ayaklarımdaki ağrılar... Ancak bu kadarına yetebildi. Düşündüğümü anlatmaya uzun uzun, biraz da sabrım yetmedi sanırım... Özetle aşılabilir bir endişeye sahibiz sanırım fakat yine de bir şeyler adına endişe duymak kötü değildir. Önceki yazıda bahsi geçen arkadaşın hayallerini yüklediği şaraba çöktüm. Ses etmedi ama bana bozuk biraz... Bunu okuyacağını biliyorum o yüzden affet beni akşam üstü gölgem uzarken... Telafi ederiz.


DİP NOT: Esasen İddia diye yazılır ama oynanan İddaa'dır.