14 Kasım 2017 Salı

Deliyim, Delisin, Deli

   
     Birinci Evre: 10-12 yaşına dek hepimiz, tartışılmaz bir saflık taşıyorduk. Karizma timsaliydik. Şehirlimiz de karizmaydı, köylümüz de karizmaydı, varoşumuz da karizmaydı. Herkes karizmaydı. Çünkü kirlenmemiştik. Dikkat kesil okur: Tavırların kendinden eminliği, figürlerin güzelliği, damarda akan beyliğin hissedilişi, salınışların muazzam kalitesi. Salınmayı  beceremeyenlerimizin bile acayip tatlı kafa sallayışları. Bana kalırsa okur, küçükken hepimiz on nomeroyduk.                                                         






       İkinci Evre: Biraz büyüyüp kumdaki kamyonlarımızdan, legolarımızdan, bez bebeklerimizden kafamızı kaldırdık. Kitaptaki yazı metnini aynen deftere geçirmek gibi saçma sapan ödevler yaptık. Sınıfa sıra dayağı atmayı maharet sayan beyaz yakalılara boyun eğdik. Haketmediğimiz halde, cetvel darbelerini tırnaklarımızın ucuna alıp sıramıza oturduk. ''Avradını siktiğimin skroç braytı! Sen niye beni dövdün şimdi, naptım ben!'' diyemedik. Kurunun yanında yandık ama sustuk. ''Benim adım Tatar Ramazan hoca, ben büyüyünce bu oyunu bozarım!'' postasını koyamadık. İkinci evrede bir neslin öğretmenini, ailesini, çevresini memnun etme sorumluluğuyla ilk kez karşılaştığında psikolojisinin ne hale geldiğini, kolayca seçebilirsin okur. 






  Üçüncü Evre: Beklenti karşılamaya iyice alışıp suyumuz ısındıktan sonra, yarış atı konseptiyle izleyicilerin karşısına yeniden çıktık. ''Teog'a gir, SBS'ye gir, OKS'ye gir, okulun çok önemli, iyi bir liseye git, iyi bir üniversiteye git, ders çalış, dershaneye git, bu yıl gezmek yok, hayatını bikaç saatlik sınava sığdıracaklar...'' derken, gençliğe girişimizde, yanda gördüğün haldeydik. Bizi zorla bu hale getirdiler okur. Kimse üniversiteye hazırlanırken sağlıklı olduğunu iddia etmesin. İçinizdeki en üstdüzey insan olan ben bile bunu iddia edemiyorum. Üçüncü evre, hastalığın gelişimi. Buyursunlar.






     Dördüncü Evre: Hastalığımızın bu evresi, 30-50 yaşlarımız arasına tekabül ediyor. Lise ve üniversite sınavlarıyla boğuştuk. Aşık olup terkedildik, aldatıldık. 16 yıl dirsek çürütsek bile bir işe girmemizin garanti olmadığı gerçeğiyle yüzleştik. Üniversite okuyamadık, aç kaldık. Üniversite bitirdik, atanamadık. Askere gidip, 120 kişinin önünde komutanımızdan tokat yedik. Evimize dönüp aşık olmadığımız bir kadınla evlendirildik. Geçim derdi sırtlandık. Çocuklarımıza o pahalı elbiseleri alamadık. Belediyelerin düzenlediği festivallerde bedava baklava yiyebilmek için birbirimizi ezdik, sonra bu hale geldik. Ülkece psikolojimizin ulaştığı nokta, bu evrede görülüyor. Yine de çok tatlıyız.






Ekleme: Buraya da şu an okuduğunuz satırları kaleme alan yazarın 50 yıl sonraki halini bırakıyorum. Hepimizin sonunda dönüşeceği şey, bu.
Gelme okur! Tünelin ucu çok bok biyere çıkıyor!
    



29 Eylül 2017 Cuma

Sperm Bankası

Bu akşam da okuldan çıkıp eve doğru yürürken bilmem kaç binincisini düzenlediğim yol sigarası festivalimi ateşe verdim. Sigaramdan derince ciğerlerken, 'O' sokaktan ve yine etrafı çapkın bakışlarla süzerek ama diğer taraftan da önemli bir işim varmış gibi hızlı adımlarla geçtim.  Hızlı yürümek demek meşgul görünmek demek, meşgul görünen erkek demek ne anlam ifade ediyor hanımefendiler için bilmiyorum ama kendimi ağırdan satan adam pozlarına sokuyorum bu şekilde, kanımca.

Binanın önüne vardığım zaman dört gözle beni bekleyen çılgın bakireleri gördüm.- Bu bakireler yani benim öyle düşündüğüm insanlar, iki yaşlı kız kardeş. Karşı komşularım kendileri. Yaş ortalamaları 63. Çok sıcak insanlar, gerçekten sıcak!- Bakirelerin hemen ardından minik adımları ve bir penguenimsi tavşan edasıyla bana koşan kızımı görünce gerçekten meşgul olduğum bombası zihnimde mantar şekilli bir bulut oluşturdu.

Kızımı biraz da yetişkin olmamın avantajıyla binaya sokmayı başardım. Beni bu başarımdan dolayı tebrik edecek kimsenin olmadığı eve adım attım. Seri hareketlerle, adeta dans edercesine üzerimi değiştirip, sidiğimi klozete bırakmaya fırsat bulamadan mutfağa girdim. Bu çılgın bakirelere beni bina önü yerine evde karşılamaları gerektiğini hatırlatmalıydım. Bu kolaydı. Yemek işini halledip saat tam sekizde tekrar 'O' sokakta olmamız gerekiyordu...

Ne kadar zamandır bilmiyorum ama sanki hep yapıyormuşum gibi... Hafta içi her akşam 'O' bankta önümde bebek puseti ile oturup 'O' geçerken yaklaşan ve uzaklaşan adımlarını izlemek bir saplantı olmuştu bende. Gizli bir saplantı. Yani 'O'nun için gizli. Yoksa apaçık saplantılı olduğumu biliyordum ben! Yine de bunca zamandır ne bir ''merhaba.'' cesareti ne de bebek arabası ittirerek onu takip etme cüretini bulamadım kendimde. Henüz. 'O'nun menzilime girişi ile çıkışı arasındaki 3 dakika 41 saniye (-+5) boyunca tecritime ara verilmiş gibi hissediyordum.

Benim işim bittiğine göre şimdi kızımın rutinini gerçekleştirmeliydik. Birinci durağımız oyun parkıydı. Bir saat kadar oynadıktan sonra artık dondurmacıya uğramamızın zamanı gelmişti. Dönüş yolunda kafamda deli sorular vardı. ''Acaba bebeğim arabada uyur da ben de onu uyandırmadan yatağına bırakabilirsem fazladan kendime bir yarım saat arttırabilir miydim?'' Ben bunu tartarken eve gelmiş buldum kendimi. Ufaklık açık havanın verdiği meşrepliği eve taşımış, uyurken beni yormamıştı.


Freedom! Freedom!

İki bira, birkaç sigara...

Yarın 'O'nunla konuşmalıydım. Kendimi ikna edip uyudum. Sabah-öğlen ve akşam aynı misyonları başarıyla tamamlayıp, oyunun son bölümüne geçtim. Saat 8. Yine aynı yerde önümde bebek arabasıyla tecritimin kalkışını bekliyorum. Havalandırma açıldı... Geldi, önümden geçti ve biz hemen arkasından yürümeye başladık. Ben ve kızım. 27 aylık kızım. Yolların nispeten insanca hafiflediği bir yerde seslendim. ''Bir dakikasını istedim, vakti varsa hemen şurada kahve mi içseydik?'' Önce bana sonra kızıma baktı. Sürekli küçülüyor gibiydim. Ve kabul etti!

Kahvelerimizi içerken kendisine bir süredir günlük birkaç dakikalığına 'O'nu izlediğimi ve tanışmak için epeydir istekli olduğu anlattım. ''Ama evlisin, benim değilsin, bebeğin bile var, çok geciktin yakışıklı.'' diyecek oldu ki araya girdim. Evli mevli değildim. Ne münasebetti!
Şaşkınlığını atlatıp bebeğimin annesini sordu. Neydi, neciydi bu kadın? Ölü müydü, diri mi? Akıbeti ne olmuştu? Hayır, dedim. E şıkkı hiçbiri... Sessizlik... Dudaklarını gerdi. Kaşlarını martı kanatları gibi çattı ve ''Yalanını s.kim senin!'' demek istercesine ''Gördüm ama bu kadar yalancısını görmedim.'' dedi.

Let me explain! Let meee!! diye bağırmış olmalıyım ki minik kızım uyandı. Sakinleştim çünkü babasını böyle görmemeli. ''Açıklamama izin ver lütfen.'' dedim. İzni beklemeden anlatmaya başladım. Hayatımı herhangi birine bağlamak anlamsızdı benim için. Evlenmek benim adıma makul değildi. Hatta olanaksızdı. Ancak iftihar ettiğim spermlerim dolayısıyla muhteşem olacağını düşündüğüm evlatlarımın bir şekilde meydana gelmesi gerekiyordu. Şahane soyum fevklerde devam etmeliydi. Şaka tabi!

Evlat sahibi olmanın yollarını aradım. Evli olmadığım için evlatlık edinemiyordum. ''Bir ihtimal daha var o da taşıyıcı anne ne dersin?'' dediler. Gayet mantıklıydı. Sonra acı gerçeği öğrendim. Yediğim hurmalar GDO'lu çıkmıştı ve tırmalama işi çok erken geldi. Serkeş yaşam tarzım ve alışkanlıklarım sonucunda spermlerim artık eskisi kadar sperm değilleri. Bu iş de yatmıştı. Dünya başıma yıkılmış, soyumu devam ettirip krallık kurma hayallerim paramparça olmuştu. Sonra yine aynı ses. Selma Hünel... Ezel'in en karizmatik karekterlerinden biri bana yine seslendi. ''Bir ihtimal daha var o da sperm bankası...'' Benim olmayan spermler, benim olmayan bir kadını gebe bırakacak ama ne hikmetse bebek benim olacaktı. Oldu! Aradan 36 ay geçti. Kızım Martı, 27 aylık...

Hep ben anlattım biraz da sen bahset kendinden diyivermiştim ki sade kahvelerin hesabını da bana kitleyerek, 3 dakika 41 saniye içinde uzaklaşmadan önce dudaklarından şunlar döküldü.

Senin yalanını s.kiym!

Kızım uyandı eve gitmeliyim...


Eve dönerken bebeği gerçek ailesine teslim ettim. Yavrucağı geç götürdüğüm için fırçamı yedim. Kendi bekar evime çekilip çılgın bakirelerin çılgın rüyalarından korunmak için yorganıma sarıldım. Yalnızlığımı yastık edip uyudum.


25 Eylül 2017 Pazartesi

Küfürsüz Yazı

Aylar önce bir istimna sonrası odamın orta yerine sırtüstü uzanmış, yerçekiminden mütevellit alnımdan şakaklarıma süzülen ter damlalarını hissederken Ahbar'ın ''Blogda yazma'' fikrini değerlendiriyordum.

Düşündüm, gözlerimi tavana dikip kendime seslendim:
-Blogda yazmak mı? Ay ben gülerim...

İstişaremi yaptım.
''Yazsam okunur mu ki?'' dedim.
''Sahi, blog neydi? Blog emekti...'' dedim.
Hayatımın her anında -özellikle hanım arkadaşlarımla cima ederken- üstümde olan o meşhur bodoslama dalma halimi üzerime aldım;
''Ulan yazayım be!'' dedim.

''Çirkin bir ağbi vardı. 'Hayat kadını olacaksa, okumuş hayat kadını olsun.' diyordu; ben de yazayım, bir baltaya sap olamasam da blogda yazan baltasız bir sap olurum!'' dedim ve kollarımı sıvadım.
Gülümsedim. ''Se a anneannesine çığlık attırdığımın bloğu, ben Raviyan!'' dedim. Sabah yaşadığım ereksiyonu kendime ilham kaynağı edip ''Ton Balığı Dürümü'nü 'klavyeye' aldım. Yazdıklarım sevildikçe seviniyor, sevindikçe yazıp seviliyordum. Ertesi gün Beni Hor Gör Kardeşim, Halt Nedir Nasıl Yenir, Çok Güzel Karısınız Hanımefendi ve diğerleri...

Yazıyordum...
Cuma günü tüm rehberime ''Hayırlı cimalar'' yazmış, sonra ''Ay pardon'' demiş gibi keyifli yazıyordum.

Sanki kendimden 9 yaş küçük liseli bir sevgilim var ve ben annesine yakın olmak için onun hayatına girmişim gibi...
Sanki ufaklıkla meşk ederken annesiyle zina ettiğimi hayal ediyormuşum gibi yazıyordum.
Sanki zirve olarak 45 yaşındaki hanımı ve 15 yaşındaki küçük kızını aynı anda kendime zevce etmeyi tasarlıyormuşum gibi zaptolmaz bir iştah ve cesaretle yazıyordum.

Kimseye bir şey ispat etmek zorunda olmadığım için ''Bunu kötü yazmışsın, bunu yanlış yazmışsın, bunu beğenmedim...'' benzeri tüm eleştirileri belirli bir ücret karşılığında tanımadığı adamlarla cinsel ilişkiye giren bir kadının sakız çiğnemesi gibi umursamaz bir tavırla seyrediyordum. Zira o anlarda kendimi, ''80 kiloysam, 75'im testis'' diye tanımlıyordum.

''Böyle ahlaksız yazılır mı yahu, sen çıldırmışsın'' diye burun kıvıranlara bilindik bir Yeşilçam esprisi yapıp:
''Evet. Çıldırdım. Mastürbasyon yapmaktan çıldırdım!'' diyordum.

Annesine sesini yükselten adamlardan ''Biraz ahlaklı yazabilirsin bence...'' benzeri tavsiyeleri duydukça, ''Dübürüne kerkinir yerle yeksan ederim, tarumar olursun; veled-i zina...'' deyip bildiğimi okumaya devam ediyordum.

Dün gece tüm bunları düşünürken, umursamazlığıma yenik düştüğümü -geç de olsa- farkettim.
Nitekim terbiyeden yoksun jargonumu abarttığımı düşünüp, benden edep isteyenlere hediye etmek üzere iffetli bir karalama hazırlamak istedim. Ve ağzıma 4 tane kahveli Missbon alıp, okuduğun bu satırları yarattım.

Anlık bir armağan arzusuydu.
Bundan sonrası için hala söz vermiyorum.
Zira içimde küfre karşı, hayat kadınlarını pazarlayarak maddi kazanç sağlayan bir adamın paraya duyduğu kadar derin bir istek, hala hakim.
Öperler.

3 Eylül 2017 Pazar

Yav Ato, Kafa Atıyor!

- Oğlumuz da maşallah, pek büyümüş. Evlilik ne zaman evladım? :)
+ Belli değil teyzeciğim, bakınıyoruz :) 
(Cern'deki büyük hadron çarpıştırıcısı deneyinin sonuçları kesin olarak yayınladığı zaman. Sanane?)

- Oooo... Maşallah. Var mı oğlumuzun kız arkadaşı? :)
+ Ehe ehe :')
(Yok teyze. Ama çok istersen senle bişeyler düşünürüm.)

- Düğün var mı ufukta yavrucuğum, malum yaşın gelmiş artık :)
+ Estağfirullah, teveccühünüz :')
(Evet. Kamışıma su yürüdü benim. Yardımcı olmak ister misin?)

Kan kokusu, Kent şeker ve teyzelerin merakla beklediği penisimin akibeti meselesi.
Bayram bu benim için.

Ulus olarak en büyük sorunumuz, bana kalırsa bu.
''Herhangi bir şeyi elde etme aşamasında, onu hakedip etmediğimizi umursamamamız.''

Devlet dairelerindeki koltuk sevdasının da, maliye veznesindeki sırada bile işlerin torpille yürümesinin de, zengin olmak uğruna insanlığımızdan ödün verir hale gelmemizin de ve daha sayamadığım on yüz bin milyon tane sorunun da başlıca sebebi bu.
''Hakediyor muyum?'' diye düşünmemek.
Bayram ziyaretlerinde teyzelerin ufacık erkek çocuklara cinsiyetçi şakalar yapabilmesinin, ''Aah ah. Kime girecek senin bu pipin, aşırı merak içindeyim'' konulu konuşmalar yapabilmesinin, ''Düğün ne zaman düğün'' deyip sol ayağıyla, parizyen çoraplı sağ baldırını kaşıyıp sırıtabilmesinin bile sebebi bu. Bir insanın, kendisinin 3'te 1'i kadar yaşı olmayan bir 'ufaklığa' karşı bu laubaliliği takınabilmesinin sebebi, kim ne derse desin; bu. 
Ben ve bikaç hayali arkadaşım olarak; nükseden bu tarz suallere, ''Sevgilim yok teyze, kızını sikiyorum, haberin yok mu?!'' cevabını verebileceğimiz özgür bir bayram ortamı talep ediyoruz! Bahsi geçen teyzenin, bu cevabımızı duyan kocası ''Ne diyorsun lan sen?!'' diye üstümüze yürüdüğünde tırsak bir yüz ifadesiyle karısını gösterip, ''Kendi kaşındı'' anlamında ''Yav ne yapayım! Yav Ato, kafa atıyor?!'' diyebilmeyi talep ediyoruz. Ve sonrasında Usain Bolt bacakları istiyoruz. Biraz da insanların talep ettikleri şeyi haketmek için uğraşacakları engin bir dünya...

Torun-evlat-yeğen sevmek istiyorsun. 
Günde 10 saat, kucağına alacağın bebeğin hayalini kuruyorsun.
Peki; 'Bebek sevmeyi hakediyor muyum?' deyip, kaç dakika düşündün?
24 saatin kaçında, aklına ''Acaba onu güzel yetiştirebilir miyim?'' sorusu takıldı?
Kaç kez durup ''Ben iyi bir insan mıyım ki, ona iyi insan olmayı öğreteyim?'' dedin?
İçine düştüğümüz bencilliği bile fark bile edemeyecek kadar yosun tuttuk. 
Hepimiz.

Merak etme. Sen yol göstermesen de çüküm kendisine bir kader çizecek. Sen yardım etmesen bile o kendisine tüneyecek bir yuva keşfedecek. Sen akıl hocalığı yapmasan bile o kendine bir eş bulacak. İkimizin de bu maratonda sana ihtiyacı yok. Hanım teyze; vajina monoloju yazmaktan vazgeç. Penis kaderi çizmeye çalışmaktan vazgeç. İnan ki kendimiz yapabiliriz. Vazgeç. Vazgeç, yoksa ''Umarım oğlunun aldığı pompa uyuşturucu bağımlısı çıkar'' diyeceğim. Bilen bilir, kalbim temizdir.

24 Ağustos 2017 Perşembe

Paçaya mı, Beyrana mı?

''Acil ara! Bugüne özel performans arttırıcı krem ve erken boşalmayı önleyen damla kazandınız! Formen kapsül, yanında hediye! Hediyenizi almak için hemen arayın! 0823 123 ... ''

     Ana ekrana dönüp telefonu önüme koydum. Mesajın geldiği firmayı tarayıcımda arattığım zaman karşıma çıkan yüz, bende biyerlere dokundu.
Saftı... Yardımseverdi... Temizdi...
Latifti. Ne kadar naif ve mütebessimdi...
Bir an için, içimde yaşamaya ve hayata dair güzel olan ne kadar hissiyat varsa hepsinin al ateş güneşin karşısında durmaya çalışan sefil bir kardan adam gibi damla damla eridiğini hissettim. Her zaman iyiler mi terkederdi dünyayı? Toprak, Ömer abiyi aldığı için mi böyle güzel kokuyordu?..


        Etrafıma baktım. Karşımdaki masada oturan 3 çirkin kadın edalı bakışlarla beni süzüyor, fısıldaşıyorlardı. Çaprazımda 50 yaş üzeri dayılar memleket meselesi tartışır edasıyla bağırarak sohbet ediyor, çay bardağını göbeğinin üzerinde durdurabildiğini tahmin ettiğim dayı ise karşısındaki güruha ''Kardeşim metafor kullandı diyorum metafor!'' dercesine el-kol hareketleriyle mimiklerini destekliyordu. 500 kişinin arasında, payıma düşen oksijeni kullanmaya çalışırken içimde hediye setimi almamış olmanın üzüntüsü vardı. Akabinde Laz Ziya'nın hayali karşımda belirip, sağ elinin orta parmağını bükerek tokmaklarcasına kafama vurdu: ''Ulaaaaan... 50 senede itibar kazanırsın, beş dakikada kaybedersin, ağlama!'' dedi. Özür dilediğimi içimden geçirip, gözyaşlarımı sildim... Siyah gömleğimin yakalarını düzeltip, yüz yıllık turuncu tespihimi bileğime alıp masadan kalktım. Merdivenleri ağır ağır inip kapıya çıktım.

           Hepinizin tanıdığı, devrimci ruhumun mihenk taşı olan Amerikan yapımı sigaramdan dudaklarıma bir dal koyup, ateşlemeden etrafımı süzdüm. En fazla 1-2 dakika içinde 1.80 boyunda, gri mini elbiseli, gümüş rengi stiletto giyen beyaz tenli bir ablanın beni keseceğinden, dönüt vermediğimde bana gizli gizli göz kırpacağından emindim. Dahası asılışını yanıtsız bıraktığım zaman yanıma yaklaşacak, beni kravatımdan tutup kendine çekecek ve kulağıma rujunun kokusunu alabileceğim derecede yaklaşıp şöyle fısıldayacaktı: ''Merhaba. Müsaitsen bu gece benle çiftleşir misin?'' Gülümseyecektim fakat bunu ona farkettirmeyecektim. Yüzüme ciddi bir ifade takınıp, ''Teşekkür ederim, ilgilenmiyorum'' deyip sigaramı yakacaktım ve dumanını pürüzsüz yüzüne üfleyecektim. Doğaüstü planım buydu.
     Ellerimi cebime koyup çevremi kolaçan etmeye başladım. Bir, üç, beş... On... Dakikalar birbirini kovalıyordu ama yüz vermeyeceğim masal perim ortalıkta yoktu. Evrene içten dileklerimi tekrar ilettim... Gözlerimi açtığımda yolun karşısından bir karartının bana doğru yürümeye başladığını farkettim. Evet... Gerçi, gri mini elbise istemiştim ama siyah da kabul edilebilirdi. Olsundu. Karartı yaklaştıkça avuçlarım terliyor, kasıklarım ısınıyor, kan şekerim düşüyordu. Bikaç saniye sonra, perimizin sol elinde siyah bir tespih olduğunu farkettim. Kaşlarımı çatıp beklemeye devam ettim. Karartı 5-6 metre önüme kadar geldiğinde, masal perisi imajım yerle bir olduğundan mütevellit ''Dokunmayın çok fenayım, baykuş tünemiş binayım'' şarkısını mırıldanmaya başladım.









Karşımda bana doğru yürüyen cisim 35 yaşlarında, bıyıklı, gömleği göğsünün yarısına kadar açık bir ağbi idi. Gövdemi saat 11 yönüne çevirip yıkılmışlığımı hissederek sigaramı yaktım. Umutsuzdum, beklentisizdim, viraneydim. Ciğerlerime, elimdeki nikotin bardan dolu bir nefes çekip, dumanı turuncu sokak lambasına doğru üfledim... Tam da tüm umutlarımın tükendiği bu anda, karşımdaki nesnenin -evet abartıyorum- gözlerimi kamaştırırcasına bir ışık yaydığını farkettim...



     İçimde ''Pşt... Haritan varmı? Gözlerinde kayboldum da! Senin annen terörist mi? Bomba gibi kız doğurmuş da Baban keskin nişancı mı? Tam kalbimden vurdun da!'' esprisini yapma arzusu kabardı ama tabii ki alt ettim. Üzerinde sırt dekolteli su yeşili bir elbise, elinde aynı tonda küçük bir çanta vardı. Yüzünde her an ince bir tebessüm... Kulaklarındaki turkuaz taşlı küpeler gökyüzündeki Andromeda gibi parlıyor, simsiyah saçları ince belinden dökülüp kalçasına kadar uzanıyordu. Bu kez vücuduma yayılan sıcaklığın merkezi testislerim değil, göğsümdü. Ağır hareketleriyle, naif duruşuyla, konuşmasındaki kibarlıkla safkan bir İstanbul hanımefendisiydi... Karşısında duran, arkadaşı olduğunu sandığım 3-4 kadından biri hanımefendiye ''Hayatım, biz birlikte gittik oraya. Seni çağırmayı unuttuk o gün. Kızmadın değil mi?'' dedi. Sigaramı elime alıp, 'madam'ın nasıl bir zerafetle cevap vereceğini merakla beklemeye başladım... Yüzümde, hayranlıktan ileri gelen bir gülümseyiş vardı.
Kraliçemiz ellerini beline koydu, ''Ne yaptınız!??'' dedi.
Kaşlarımı çatıp, şaşkınlığımı belli ettim.
Ve devam etti: ''Lan tümünüz hikayesiniz be! Siz bana bunu yaptınız ya, cümle kainat şahidim olsun ki yedi sülalenizi hacı tespihi gibi ipe dizip meymenetinize mum dikmezsem, bana da tuttuğunu koparan Çengi Naciye demesinler!'' dedi.
Şokun eşiğindeyken, yanımdaki arkadaşımın uyarısıyla kendime geldim:
-Duymuyor musun?..
İrkilip yüzüne baktım.
''Düşündün mü?'' dedi.  ''Nereye gidiyoruz, paçaya mı beyrana mı?''

-------------------------------------------------------
Teşekkürler:

*3 yıldızlı otelde ölen 5 yıldızlı adam
*Sultan
*Dündar Kılıç
*Ömer Coşkun
*Formen

1 Ağustos 2017 Salı

25 Lira.

Sayın yolcularımız trenimiz 15 temmuz kızılay milli irade.... gider.  Dear passengers this train goes to.....

Bir de gelecek istasyon milli kütüphane.

Bu şartlar altında civarımdaki yaş almış insanlara yer versem mi fikrini tartıyordum. Sonra gerçekten kaç yaşında olduklarını merak ettim, göründükleri kadar yaşamışlar mıydı? Yoksa metroda yer kapmak için bir makyaj mıydı bu? İkincisine karar vermiş olacağım ki yerimden kalkma zahmetine girmeden, karşımda kitabını karıştıran beyefendiye takıldım. 'Ne baktın beh?!' gibi bakınca toparlandım, mahcup tavırlarla cebimden telefonumu çıkarıp elmasını ona  göstererek bir şeyler okuyormuşum gibi yaptım.  Neredeyse ezbere bildiğim cümlelere göz atmak dışında bir şey yapmıyordum. TCK hükümlerinde dikkatimden firar etmiş bir bucak arıyordum aslında.

Derken 15 temmuz kızılay milli durak... Ne kadar milli bir şehirdi doğrusu, içimde alevlenen milli duyguları zor bela bastırarak kendimi Olgunlara attım. Saat Olgunlar saatini geçmişti ama açık iki komşu esnaf tezgahlarını henüz toplamamışlardı. Çünkü rakı içerken korsan kitap satmak ayrı bir keyifti... Sanırım. Uzattıkları çay bardağını yağlı görüntüsüne rağmen dudaklarıma götürürken kitapları süzdüm. Bu daha büyük bir keyifti bence. Sıkı pazarlıklar sonucunda bir kaç kitaba iki paket sigara parası değer biçtik.Pazarlık etmek oldukça güç oldu, bangır bangır bağıran Ankara arabeskinin sesi bizimkini bastırıyordu nitekim ama sessiz sakin de yağlı çay bardağından rakı içilmezdi ki zaten canım.

''Bunu oku bana teşekkür edeceksin.'' Dedi. Oldukça iddialıydı. Kendi ihalesini büyüttü ''sevmezsen getir yerine iki kitap!'' Aman tanrım dedim ama susmadı. ''Seversen de oku getir yerine istediğin kitabı al git!''
Bir daha söyle dedim, söyledi. İçtiği gayri milli içki üzerine de ant etti.

Gün batmıştı ardından tepelerin, son metrolar ayrılırken milli duraklardan; ben eve varmıştım. Haklı olarak mutluydum tabi. Kitaplarım, kanıma giren alkol, burnumdaki anason kokusu...

Türkiye'nin hiçbir yerinde, hiçbir mekanda beş kitap ve iki pavyon dublesini bu kadar ucuza alamazsınız. Müzik, verilmiş sözler ve muhabbet de ikram üstelik. 25 lira, harcadığım belki en verimli 25 lira.

18 Temmuz 2017 Salı

Tabiattan Muradım Var.

23. yıla merdiven dayayan yavan hayatımızda, ilk defa göğe uzanan ellerimiz kendilerine muhatap buldular. İlk defa duamız kabul olundu, arş-ı aladan ''Hadi yine iyisin, isteğini okeyledim'' sesi yankılandı. Zira bugünlerde meteoroloji bültenleri, nefes aldığım coğrafyada başı '4' ile başlayan çift haneli sayıları gösteriyorlar. Çünkü geçenlerde bir dörtlüğü, karşımdaki yarım rakı bardağını seyrederek anın rehavetine kapılıp okumuştum:

''Bahar gelsin, karşı dağa çıkayım.
Belki derdimize çare bir çiçek
Toplayıp devşirip derman eyleyim,
Açılan yaramı sara bir çiçek.''

Alnımdaki teri silerken, yaradana sitem ettim. Beni dinlediğini varsayarak kendisine figan eyledim:
 ''Bak Allahım, biliyorum beni sevmezsin. Seni sevmediğimi de bilirsin. Aramızda şefkate dayalı bir hukuk yok fakat makamından dolayı sana saygı beslediğimin farkındasın. Bile bile duamı aşırı bir dönütle kabul edip, kıvranışımı seyredip gülüyorsun. Ben sana 'bahar' demiştim, 'yaz' değil. Ben sana 'Bir çiçek açsa yeter' diye dua ettim. 48 derece, gerekli miydi?''

Bir an gökyüzünün kulakları sağır eden bir uğultuyla yarılacağını bekledim. 7. kattan siyah kanatlı iki meleğin üzerime doğru inip, ''Gerekliydi ehehee'' deyip tekrar uçup yerlerine döneceklerini...
Bekledim fakat cevap yok. Gök yarılması yok. Uğultu yok.
Ve meleklerin kanatları beyazdır.

''Esirgeyen, bağışlayan ve daha birçok fantaziyi bünyesinde barındıran Allahım. En azından hayalimin boşa çıkmaması için, siyah kanatlı iki melek yapamaz mıyız? 5 dakikanı alır?''

Cevap yok. Gök yarılması yok. Uğultu yok.
Kendi cevabımı, kendim bulmamı bekliyordu. İmkanın imkansızlığını hissettim. Çaresizliğimi hissettim. Ne yapacağımı bilmez halde olduğumu hissettim ve yanımda bişeyler üfleyen çalgıcıya kulak kesilip, içimden diğer dörtlüğü geçirdim:

''Karşı dağda ala geyik sesi var,
Sordum o geyiğe, bende nesi var.
Kavalın bir acı inlemesi var,
Çobanı düşürür zara bir çiçek''

Zatımı zara düşürecek çiçek, hangisiydi peki? Kuzukulağı mı, ebegümeci mi, geven mi? Öksüzali mi, çipir mi, ağlayangelin mi?
Cevap yok.
Gök yarılması da.
Bu kez uğultu var. Bir mesaj uygulaması uğultusu. Gözlerimi telefonumun ekranına diktim. Bildirim, en son ne yazdığımı hatırlamadığım kadın arkadaşımdandı: ''Ağlasana?''
Cevap vermedim. Göğü de yarmadım. Evime gidip tarçın kokan yatağıma uzandığım zaman ona kusura bakmamasını, mesajını görmediğimi söyleyecektim. Ardından ''Erkeklerin ağlamayan varlıklar olduğunu belirtecektim. Ve sonra gözlerimi karşımdaki Yılmaz Güney resmine dikip, proleterliğim ile övünerek sevdiğim o türküyü dinleyecektim:

''Ben de bir aşığım, Reyhani adım.
Sorun çiçeklere, az mı ağladım.
Benim tabiattan tek bir muradım,
Götüreyim nazlı yar'a bir çiçek''

Kim öğretti bize bunu? Sol mememizin altındaki cevahir yosun bağlamış kayaya döndü. Zara düşmek için çiçek arar, ağladığımızı yalnız çiçeklere açık eder olduk.

Ekleme: Raviyan'ın köpekbalıkları var. Yazılarını, onlarla fikir alışverişi yaparak yazar. Ve yazarken ekseri hard black metal dinler. Taslak olarak 5 gündür blogda duran bu yazıyı, aklındaki eklemeleri yapamadan, eksik olarak yayına koyuyor. Zira erkek balığı öldü. Blogda yazmaktan daha önemli işleri var. Dişi balığına, koca yası tutarken eşlik etmesi gerekiyor. Ve Raviyan yanlışlıkla Azer Bülbül dinledi. Pink Floyd çalarken yazılan bu yazıya devam etmek için gereken havayı, bu sebeple kendinde -şu an için- bulamıyor.

Minimum 95 göğüs ve kalça ölçüleri olan, katana kullanmayı bilen, sevişirken topuklu ayakkabılarını çıkarmayan, 600 HP ve üzeri Amerikan arabasına sahip olan, köpek dişlerine pırlanta taktırmış sarışın okurlarımız varsa ve eksik kalan bu yazıyı tamamlamak için Raviyan'a yardım etmek isterlerse, yorum bölümünden ulaşabilirler.

Yeni Ekleme: Başlık desteği için çok değerli Gogo'nun bana teşekkür ettiğini varsayabiliriz. -Ahbar

Sağlıcakla.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Smooke Weed Every Day



''Babam fabrikadan aldığı maaşının yarısıyla yirmi sene boyunca taksit ödeyip İnan Yapı Kooperatifi'nden bir daire sahibi oldu. Taksitlerin bittiği ay deprem oldu, ev yıkıldı. Tek yumrukla nakavt. Her zaman böyle olur. Mutlu olmak için bir sürü faktörün bir araya gelmesi gerekir. Mutsuzluk için tek neden yeter.''


Zeki Müren'i odamda konuk ettikten beri, kendi bahtiyarlığım için gayret gösteriyorum okur. Biliyorum tuhaf.
İki hafta boyunca, yılanı bile sokan kırmızı dudaklı zat-ı şahanenin çok sevdiği üst kollarıma yük bindirdim.
Kendi mutluluğum için kürek çektim.


''Delikanlının façası her zaman yerinde olur'' diyen eski bir kabadayıyı hatırladım.
''We can do it!'' diye bağırıp, parke temizleyici ile odama daldım.
Tozlu raflarımı sildim.
Elimde sarı bez, ağzımda sigarayla cam silerken, ''Gönderdim dudaklarımı. Öpme, al yeter.'' diye nara attım.


Nazını çektiğim iki insana ''Bak şurdan siktir git'' karikatürü gönderdim.
Yarım bıraktığım kitabımı bitirdim.
Bahçedemdeki çiçekleri sevdim.
İki insanın derdine deva oldum.
Ceviz ağacını kokladım...


Sonra 130 gramlık telefonun 4 inc'lik gorilla glass retina ekranından çıkıp beynime inen, 600 kiloluk dikenli bir gürz:
''Blog açmışsın. Ayşegül görmüş o söyledi. Onu okuyorum arada.''


Tek yumrukla nakavt.
Her zaman böyle olur.

Ve bahtiyarlık bahşeden bir nakavt.

Esfel-i safilin'in mertebesini yedi kat göğün üzerine çıkarıp, hayvanlardan daha aşağılık olan o varlığı peygamberlerden daha üstün eyleyecek olan tek şey, 'bin dermana değişmeyeceği' o şeydir. Ecel kapına dayanmadan önce seni kederden öldürecek bir derdin var mı, okur? Hayal et. Azrail'in kapını çalmadan içeri girip keyifli keyifli sırıttığını hayal et. Sigaradan sararmış dişlerini cümle uhrevi varlık alemine göstererek kahkaha atarken yerde yatan cansız bedenini görüp, şaşırdığını hayal et. Hayal et, okur... ''Bu ne lan, ben öldürecektim!'' diyerek kanatlarını yolduğunu, ''Bok vardı aşık olacak! Ekmeğime niye taş atıyorsunuz hemşerim!'' deyip sinirden kudurduğunu hayal et. Hayal et, okur. Bunu yapmak zor değil. Kim koca ölüm meleğine thug life atmak istemez ki?


Teşekkürler:
-Müslüm Gürses
-Aslıhan Tatar
-Emrah Serbes
-John Lennon
-Sen

25 Mayıs 2017 Perşembe

Hala Gözü Kör Olmamış Şarkılar

Hava kararmış.
Yine 31'e dalmışım. Saat 23:15.
Ağır ağır yürüyüp odama girdim.
Kara kutumdan bir bardak Amerikan viskisi alıp, arkamı döndüm:

Ucuz nevresimlerle bezeli yatağımın üzerinde, Sanat Güneşi.
Bir an göz göze geldik.
''Hürmetlerini sunarım yavrucuğum'' deyip, gülümsedi.

Elimdeki bardağa baktım. Hala doluydu.
Hemen gün içinde vücuduma tavuk dönerden başka herhangi bir uyuşturucu madde alıp almadığımı kontrol ettim, yoktu. Toparlandım.

''Estağfirullah efendim'' dedim.
''Ben hürmetlerimi sunarım, öldünüz sanıyordum''

Yeniden gülümsedi.

Pis dudaklarımın henüz elimdeki viski bardağına temas etmediğini farkedip, payımı kendisine uzattım: ''Buyrun lütfen. Bahtiyar olurum.''

Armağan ettiğim içkiyi kabul edip bir yudum aldı.
''Ben de viski seviyorum'' dedi.
''Biliyorum'' dedim. ''Siz öldükten sonra Neşet Ertaşın 'arahı', sizin viski siparişi verdiğiniz gece kulübü oturması çok anlatıldı dilden dile.''

''Hadi ya...'' dedi. ''Vay aq''

Kaşlarımı çatıp hayretle yüzüne baktım, şaşırdım.

''Öhö, şey yani. Hah hah. Hayret bir olay efendim :') '' diye düzeltti.

Rahatladım. Evet, insan olmak bizatihi sansasyoneldir ama Zeki Müren'in 'q' ile küfretmesini göğüsleyemezdim. Çünkü Zeki Müren terbiyeli bir insan. Çünkü terbiyeli insanlar küfür etmezler.

''Siktir lan.'' dedi. ''Bunu kim uydurdu?
-Efendim?..
+Heh heh, yok bişey yavrucuğum. Sohbet edelim, kafi.


''Kedi nah çıkardı efendim, les go'' dedim.
''Kendimi sizden esirgeyecek değilim.''

Ağır bir hareketle elini kaldırdı, tüm viskiyi tek yudumda içip bitirdi...
Bardağı usulca yanındaki masaya bıraktı ve ipek sesi, kahverengi duvarlarımda yankılandı:

''Bir güneşe, bir de sana bakamam.
Bir ateşi, bir elini tutamam.
Bir nefessiz, bir de sensiz kalamam.
Çöllerde su gibi özledim seni'' dedi.

Anladım. Kanımı içmeye gelmişti.

''Ben özlemedim efendim'' dedim.
''Özlemek, 'kavuşmak istemek' demek. Ben kavuşmak istemedim.
Kavuşmak, çilemi boşa çıkarır.
Kavuşmak ateşimi zayıflatır.
Kavuşmak yarama basıp ağladığım tuzu temizler.
Kavuşmak onca zaman kendi ellerimle soyduğum derilerimin, kendi ellerimle kırdığım kemiklerimin, kendi ellerimle yolduğum saçlarımın, kendi ellerimle parçaladığım tenimin anlamını çalar.
Kavuşmak sahip olduğum büyüyü bozar. Farkettiniz mi efendim? İnsan kaybetmekten korkmadıklarını, unutmaktan çekinmediklerini özler. Ben özlemedim.''

Yüzüme baktı. Beni haksız bulması olanaksızdı.
Başarının onuruyla mağrur, bekledim...

''Teşekkür ederim'' dedi. ''Yeniden ölsem iyi olacak''

Yavaş hareketlerle doğruldu, ayağa kalktı.
Vedalaşmadan, yavaş yavaş, kapıya doğru yürümeye başladı ve mırıldandı:

''Böyle bir kara sevda, kara toprakta biter...''

https://www.youtube.com/watch?v=4IXvAKE80ho
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------Muhsin Ünlü; eğer beni görüyorsan, teşekkür ederim.

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Çok Güzel Karısınız Hanımefendi

Yatakta doğrulup, yanımda yatan hanım arkadaşımın üzerinden uzanarak Amerikan yapımı siyah çakmağımı elime aldım. Kapitalizmin neferi olmamak adına reklamını yapmayacağım. Şu açınca ''Klik!'' sesi çıkaran, benzinli çakmaklar. Şu rüzgarda sönmeyenler. Ağzımdaki Amerikan menşeili sigaramı ağır bir hareketle yakıp, boynumda asılı duran buram buram sosyalizm kokulu kolyemi düzelttim. Devrimci ruhumla gururlanarak sigaradan bir nefes aldım. Huzurlu bir edayla arkama yaslandım.

Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım,
Kiralık bir ev, sarışın arkadaşım ve ben
Bahtiya...

''Lanet olsun sana!''
Bir dakika... Noldu ki?

Kaşlarımı çatıp bir an duraksadım.
Erken mi boşaldım?..

Tekrar: 'Lanet olsun!

Cinsiyetçi davranmış olmamak için, ''Ceylan'' demeyeceğim ona. Şimdilik yalnızca ''Cıvır'' sıfatıyla bahsetmek istiyorum. Bazen maruz kaldığıımz ani çıkışlar, kamışlılar olarak hepimizin malumu.

-Canım. Neyin var?
+Siktir git! Ukala herif.

Cinsiyetçi davranmış olmamak için şu anki şaşkınlığımı açıklarken ''Karı milleti işte...'' gibi bir cümle kullanmayacağım. Bu olsa olsa ''Heheh, bayanlar böyledir :') '' denilerek tanımlanabilir.

+Benim ilkimsin. Ben senin en çok kibarlığını beğenmiştim. Ben heyecandan hala titriyorum, sen oturmuş keyifli keyifli sigara içiyorsun. Bu kadar basit her şey senin için, değil mi? Lanet olsun...

(Hayatım... Tamam ama... O titreme heyecandan değil ki?..)

-Ehm... Şey, evet. Pardon....

(Hasiktir) dedim kendi kendime. (Hasiktir, İki nefes aldığım sigarayı küllüğe basıp öldüreceğim. Tarih bu ana tanıklık etsin...)

-Gel canım. Sarıl bana.
+Senden merhamet dilenmiyorum. İçinde bulunduğun hakir durumu kavra diye konuşuyorum. Uzak dur.

Cinsiyetçi davranmış olmamak için ''Kadın aklında anlamazsın sen'' demeyeceğim. Bu olsa olsa '' 'Sarıl' diyorsam sarıl. Elinin hamuruyla erkek işine karışma'' gibi bir şeydir.

+Sen benim en özelimsin. Oysa ben senin için onlarcanın içinden biriyim, değil mi? Bunu hemen şu an yüzüme söyle.
-Özür dilerim. Sadece sigara içmek istedim.
+Köprücük kemiklerin çok güzel, biliyor musun? Ve bu iğrenç umursamazlığını seviyorum.

-sarılır-

(Haydaaa)

Cinsiyetçi davranmış olmamak için ''Adam gibi davransana yahu, ona göre gard alayım'' demeyeceğim. Bu olsa olsa ''Kadınlar çiçektir, yerim ya...'' gibi bir şeydir.

+Çok güzeldi... Dedim ya hala titriyorum heyecandan. Bunu sık sık yapalım olur mu?

Terleyip ıslanmış, dağılmış sarı saçlarını başının arkasında usulca birleştirdim. Topladığım saçlarını sağ elimle kuvvetlice tutup, yavaşça kendime çektim: ''Ruhun, acıdan bedenini terketmek isteyene kadar deneyebiliriz...'' dedim ve memleket ortalamasının üstündeki skorumun gururuyla gülümsedim.
Durdu, uzun uzun yüzüme baktı: ''En çok bu halini seviyorum...'' dedi.
''Hadi bu kez de ultra ince olanı kullan...''

Cinsiyetçi davranmış olmamak için, ''Kadın kısmının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin ağbi'' demeyeceğim. Zerafet her zaman av çantamızın olmazsa olmazıydı. Ta ki bu ana dek... Beni ben yapan şeyler yüzünden kollarıma gelip, beni ben yapan şeyi elimden almaya kalktın.

Oysa ben seni ''Çok güzel karısınız hanımefendi'' diyerek, beyefendiliğin zirvesinde bir kibarlıkla tavlamıştım.
Naptın ki bana?..

2 Şubat 2017 Perşembe

Galat-ı Meşhur, Lügat-ı Fasih.

Hadi bakalım, şimdi ben nasıl durayım. Nasıl susayım? Sen kelime katline icabetini nereden aldın bilmiyorum yiğidim. Beni arama seni tanımak istemiyorum! Vacip değil! Dilimizde kelimeler yazıldıkları gibi okunurlar diye, amansızca yanlış yazıp ardından da yazdığın gibi okuman caiz değil. Kimseden oturup sözlük hatmetmesini beklemiyorum. Kelimenin hangi harf ile başlayıp hangisiyle bittiğini bilsen, yazarken de normal zeka seviyesine sahip bir insan kadar zahmete girsen kafi.

Bunun bir nedeni olmalı. O da şu olmalı: Türkçe kimimiz için yabancı dillerden biri. ''Konuşuyorum ama bende gramer yok abi yaa!'' şeklinde bir yabancı dil. En iyi bildiğimiz yabancı dil Türkçe, şu sıralar. Trt de dahil artık buna...  Belli ölçülerde önemsenmeyecek, çelimsiz bir durum aslında ancak son zamanlarda benim için hududunu aştı. 'Kab' diyor ya! ''Kab'' ister misin? Demiyor bir de yazıyor ''kab'' diye. Önce dedim ki nedir bu 'kab'? Bilmediğim bir şeyi mi anlatır acaba? Sordum kardeşim 'kab' nedir? Telefon 'kapı' işte, hani yok mu 'kab' dedi! Adam B harfini yumuşatıp, P yapıyor. Şakacı pzvnk!

Bir diğeri geliyor... Yemekler çok 'nezzetli' olmuş diyor. Susuyorum. Diğeri giderken artık telefonda konuşuyor 'muhatabbın' ben değilim diyor. Bir öteki muhatap yazmaya çalışıyor, 'muhattab' çıkıyor ortaya. Muhacirden bahsediyor, çok da iddialı; 'muacir' konusunda. Trakya şivesi değil gerçek! 'Proram' nedir diye sorma ihtiyacı hissederseniz bir gün, programdır o. Şarj mevzusuna teğet geçiyorum. Susuyorum. Örnekleri çoğaltırız illa ama çoğalmasınlar...

Çoğalmasınlar çünkü onlar çoğaldıkça ben ukala oluyorum. Çok bilmişmişim hatta. Bir de nereden duyduysa 'galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır' dedi. Değildir ya hadi evla olsun meşhur olan galat. Seninkiler meşhur mu? Dik alası olsalar da galat'ın. Fashinden haberin var mı söylediğinin? Bir ekşi yazarından alıntılayarak ''kulağa hoş gelenler müstesna, galat-ı meşhurlara karşı...'', ''ikisi bir de değil, evla oluyor bir de...''

Tekrar dile yabancılaşmaya dönüyorum, okumuyoruz. Bu kelimeleri sadece duymuş insanlar yetiştiriyoruz. Adam eline broşür bile almadığı için 'lezzetten bi'haber, büyükannesi gibi nezzet' sanıyor onu. Gerçekten sanıyor... 'Kab almış, kab satmış ama hiç kap okumamış bir yerde.' İlkokuldan hafızasında sert ünsüzler kalmış, onu yapıyor kendince. Hep insanlarla muhatap olmaktan, kitaplarla gazetelerle yüz göz olmaya vakti kalmamış ki. 'O, muhatabbım da olur benimle muhattab da olur.' O ne isterse öyle olur, 'izlediği proramlardan duyduğunca konuşuyor işte.' Muhaciri de televizyonda kimden duydu acaba da 'muacir' şeklinde zerk etti zihnine. O esnada çocuğa mı bağırdı da duymadı, eşine mi? Yoksa sinirli çay karıştırışı mıydı H harfini aradan alan? Belki İlber Ortaylı'yı dinliyordu sırf alt başlıkta Osmanlı yazıyor diye. Belki de Murat Bardakçı vardı da O'nun ilgisini Harem alt başlığı çekmişti. Bilinmez.


Not: Böyle bir yazıda umarım bazı galatlar yaratmamışımdır.
Gramer: Dil bilgisi. Fransızca. İngilizcesi grammar, Türkçeleşmiş hali de kullandığım gibidir.
Galat:Yanlış(kelime veya söz) esk. Arapça.
Fasih: Açık,düzgün(anlatış) esk. Arapça Farsça.
Meşhur: Herkesçe bilinen.
Lügat: Söz ,sözcük. Sözlük.

Evla: Daha iyi,yeğ. Arapça.
Galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır: Herkesin bildiği yanlış, sözün(sözcüğün,anlatımın) doğrusundan daha iyidir demek değildir. Deyişin anlatmak istediği; ''anlatım, lügata göre yanlış olsa da herkesçe bilinen anlamı veriyor ise herkese, yemişim sözlüğü öyle kabul görür o. Halk dili bu boru mu?'' şeklindedir.
Element uydurup galat'a fasih'e sığınmayın! Sığındırtmam! Sığınanı yakarım! Ben kül yutmam!






27 Ocak 2017 Cuma

Aşk,Mavi.

Tam yazmaya başlıyorum. Çıkırt kapı açılıyor… Ne yapıyorsun? Allahım, tarihin en anlamsız sorusu yüzüme bakarak ne yaptığımın sorulması olabilir. Gördüğün insan şu an ne işle meşgul onu da görüyorsun işte… Bilgisayar önümde, ellerim klavyede ama ben patates soyuyor da olabilirim! Asıl sen ne yapıyorsun? Ne yapmaya çalışıyorsun?

Salonu terk etmiş, misafiri olduğum evin bana ayrılan 8 metrekarelik köşesine imparatorluğumu kurmuştum. Salon diye isimlendirilen ev halkının sosyalleşme merkezinde yapılan sabır testinden geçememiştim. Bir a teve dizisi ve hayranlıkla seyreden ilk derece hısımlarım. Aman tanrım didim! Aşk ve Mavi. Dizinin adı. Kötü Ürgüp şivesi. İkinci sınıf diyerek ödüllendireceğim oyunculuklar. Kadına ve yöresel geleneklere hakaret niteliğinde kurgular. Kötü konaklılar. Sinsi hizmetçiler. İhtiras ve masumiyet ve nice aksiyonlu olaylar… Kof bir Emrah’a para kazandıralım yapımı daha. İzlemeyi denedim, kaldıramadım. En çok da ciddi ciddi olaylara üzülen, sinirlenen ve olaylar hakkında fikir ve çözümler üreten aileme dayanamadım. Duygu besliyorlar, bu samimiyetsizliğe…


Ve tabi ki AŞK VE MAVİ gibi bir isime, ayrı ayrı bu figürlere saygısızlıktı canımı sıkan. Ne aşka dokun ne maviye.

Hele de maviye. Çünkü biz asi ve mavi sabahlar isteyen, motorları maviliklere süren gençleriz… Anlamadığınız işe lale dikmeyin nitekim çürük soğan tadı veriyor. Çünkü biz mavi tangolar yaparız. Bizim için ay başkadır, mavi başka. Mavi konuşur, mavi yazarız. Gün olur başımıza kadar mavi yaşarız. Yeri gelir bu ne menem mavi diye maviye sitem ederiz. Bazen maviye çalar gözlerimiz.  Bir mavilik kalıbında gelişiriz, kuzey yarım kürenin çok koyu mavi gecesinde. Maviyi çağırırız belki arada bir. En olmadı mavi şiirler yazarız. Çünkü şiirin rengi olsa mavi olurdu.

Hele de aşka.  Aşkın bu denli sıradan olmadığına inanırız. Çünkü kelebek misalidir aşk. Aşka yolculuk yapmak isteriz bazen. Bazen aşksız da yaşarız ama aşkla başka yaşarız mesela biz. Aşk nedir bilmeyiz fakat maşuka biliriz, maşukanın adı geçince sıkışan kalpleri biliriz. Hainsin diye aşka sitem ederiz belki fakat aşkın görmekten çok özlemek istediğini de biliriz. Aşk şarkıları yazarız. Aşk şarkıları çalarız. Aşıklardan şarkılar dinleriz. Aşk mönüsü hazırlarız yeri gelir. ''Çünkü  annesinden yediği dayaktan sonra ‘anne’ diye ağlayan çocuktur, aşk.''

Şarkılarda, şiirlerde yaşayan aşk ve mavi!